Tuesday, March 29, 2016

Belki Şehre Bir Film Gelir


Sevgili 75 milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, sizlere sesleniyorum. Çemkir çemkir nereye kadar? Somurt somurt nereye kadar sayın çarşıda, pazarda, otobüste, sazda, gezmede dirsek ya da göz ya da söz teması kurduğum, mutsuzluk temasından serzenişte bulunduğum suratı beş karış, sevimsiz mızmız insan topluluğu? Öyleyse Sezen Aksu'dan gelsin hepinize:
Belki şehre bir film gelir, bir güzel orman olur yazılarda, iklim değişir Akdeniz olur, gülümse...
19 Mayıs Mahallesi Dostlarpalas ahalisi bu da size: gülümse, hadi gülümse, bulutlar gitsin, yoksa ben nasıl yenilenirim, hadi gülümse...
---
Bu, günlük gülümseme ihtarının ardından sizlerle son zamanlarda yaptığım bir demet sosyopsiko gözlemlerimi paylaşacağım. Bir nevi memleketimden insan manzaraları...
Madde bir: Anacım son günlerde sosyal medya kadın profilinin dilinden düşürmediği bir laf var, özellikle doğum günü kutlamalarında sıklıkla karşımıza çıkan.
"Sevgili Serap, iyi ki (%99 bitişik yazılmıştır) doğdun, bu yeni yaşında mussssmutlu ol." Musmutlu aşağı musmutlu yukarı. Çok ankuul. Gıcık kapılası. Bi de biri böyle bi söz uyduruyo. Ardından 98 kişi papağan misali. Bi zahmet sen de başka bişi bul ama nerde, kabzımallık serde.
Madde iki: Bir müddet öncesine kadar uzuun uzuun yıllar toplum taşıma araçlarında geçti ömrüm, eshot'ta ilk aşkımı yaşadım, yorgan iğnesini büyük baş grubundan bir mandaya ilk kez sapladım. İlk iett'de azarlandım, "Yunan domuzu" diyen yaşlı bir teyzeye rastladım ve kendisini evire çevire azarladım.
Hiç unutmam 9 yaşındaydım; toplu taşımaya bindim ilk kez, Yeşilyurt'tan Konak Diş Hastanesi'ne tek başıma geldim. Belediye otobüslerinde ömrümü geçirdim, toplasan yıllar süren ve hep hep hep hayal kurdum. Hayaller birbirine eklendi; aylardan mart, günlerden bir gün, hayalyolunda yürüyerek okyanus geçtim, Güzel Havalar (Buenos Aires) adlı şehre geldim, yürüyerek.
Ama bir an geldi, bindiğim otobüs devrildi. O kadar korktum ki bir müddet toplu taşımayı kullanamaz oldum. Siz diyorsunuz ya panik atak.
Laf lafı açtı, yer yer güzafa kaçtı. Demem o ki otobüs ve türevlerinden uzak kaldığım bu sürenin sonunda tekrar insan seline karışınca unuttuğum bir şeyi hatırladım. O da çoğu şöförün uçsuz bucaksız vandallığı, medeniyete olan uzaklığı. İnmeden önceki durakta siz Sevgili Türkiye Cumhuriyeti minibüs savaşçılarına soruyorum; minibüse biner binmez daha bir yere bırak oturmayı, tutunmaya kalmadan çotonk diye dana gibi gaza basıp yolcunun kafasını gözünü yarmasına sebebiyet verme çabası niye? Dünya barışı toplantısına yetişmeye çalışan Birleşmiş Milletler sözcüsü müsün şöför arkadaşım? Akıllı ol, senin aklını alırım!
to be continued...

Wednesday, March 23, 2016

Halimiz, Tavrımız, Vaziyetimiz Ortada*

Edward Norton, benim bir numaram. Vardır ya herkesin bir numarası, benimki o. Misal babamınki Romy Schneider'dı. Ömer'inki ise Natalie Portman. Tatlı kızdır Natalie. Çok mütevazıdır.
Ben Winona'yı da severim. En çok da Jim Jarmuch'un Dünyada Bir Gece filminin ilk epizodundaki taksi şöförü rolünde. Havalimanından aldığı prodüktör Gena Rowlands'dan gelen Hollywood'da başrol teklifini reddederken "the aşırı cool"dur.
Bir de Penelope'nin yeri bambaşkadır. Bu "zat-ı çok önemli"nin ilk olarak sesini duydum, kendisini görmeden, Amenabar'ın "Gözlerini Aç" filminin açılış sahnesinde. Bana göre dünyanın en seksi dili olan İspanya İspanyolcasıyla uzun uzadıya "Abre los ojos, abre los ojos..." diyordu. Yüzünü görmemle o battal boy kalbimde gitti yerini bulup oturdu zaten.
Gözlerini açmasını söylediği kişi ise yakışıklılıkta sınır tanımayanlar örgütünün İspanya temsilcisi Eduardo Noriega'ydı. Ve bu örgütün %89'unun olduğu gibi o da Allah'ın bir boş vaktinde özene bezene yarattığı gay familyasındandı. Biz kadınlara düşen soğuk su içerek hayıflanmaktı. (meraklısına:https://www.youtube.com/watch?v=WLnu_FU4xTUEy)

Ya düşündüm de yaşamak güzel bazen, güzel sanki. Baksana pişt sen; ayaklarımı yerden kesen, hayallerimi renklendiren büyülü beyazperde, hayat seninle güzel be!

Hey sanat iyi ki varsın. Yedi numaralı olanı, sinema; sense bir başkasın...

...
Yukarıdaki satırları yazdığımda Bağdat Çermik, Muharrem Çermik, Ayşe Bilgilioğlu, Perihan Çermik, Mehmet Yurtsever, Turgay Bulut, Fehmi Çetinkaya, Murat Gül, Hamide Sibel Çetinkaya, Berkay Baş, Erdem Soydan, Taner Kılıç, Feyza Acısu, Sevinç Gökay, Kerim Sağlam, Ferah Önder, Oğuzhan Dura, Sümeyra Çakmak, Destina Peri Parlak, Cemal Özdiker, Kemal Kalıç, Yaşar Durakoğlu, Kemal Bulut, Elif Gizem Akkaya, Ozan Can Akkuş, Atakan Eray Özyol, Nusrettin Can Çalkınsın, Zeynep Başak Gürsoy, Elvin Buğra Arslan, Mehmet Alan, Eyüp Ulaş, Dorukhan Yusuf Özdemir, Mehmet Emir Çakır, Polis Memuru Nevzat Alagöz isimli İNSAN olarak adlandırdığımız canlılar hayattaydı.

Şimdi ise hayatta değiller. Cenazelerini kaldıran yakınlarının ayıptır söylemesi dünün canlarının bugünün cansız vücutlarını yekpare görmeleri bile mümkün olamadı. Son kez gördükleri halde. Son kez.

Açıkçası bu ucuz senaryonun 249bininci kez oynanmasından fena halde baydım. Ve de memleketimden insanların da bu senaryoya hala inanmasından.
Az önce yolda yürürken aklımdan avazım çıktığı kadar “Katil varrrrrr!” diye bağırmak geçti. Korktum yapamadım. Ama şunu yaptım; kulaklıkla dinlediğim Gülşen’in bir şarkısını söyledim bağıra bağıra.
Herkes bana deliymişim gibi baktı.

Şimdi sorarım size; sokakta yüksek sesle şarkı söyleyen ben miyim deli? Yoksa parçalanmış cesetleri birbirine karışmış olarak poşetlere koyup ailelere teslim eden devlet ve de bunu normal karşılayan bir zihniyet mi?

Kolasız Beyaz Yaka

Evet sevgili minyonlar, nerede kalmıştık?
Henüz ilkokula başlayalı birkaç ay olmuşken öğretmen annemin ve öğretmen babamın İzmir'e tayinleri çıktı. Kasabadan ziyade büyük şehirde okuyayım diye daha da heveslenerek tası tarağı toplayıp güzeller güzeli bu sahil kentine göç ettik maaile.
Yıllar yıllar geçti. Böyle durumlarda hep olduğu gibi evdeki hesap çarşıya uymadı.
Annemgil bu kararı aldığında uslu, az konuşan, uyumlu ve "ah ne kadar da olgun" küçük bir kızdım. Amma velakin bluğ çağı gelince o uslu minik gitti; yerine asi, dik kafalı, arıza bir ergen geldi. Tek bir sivilcem yoktu lakin o kadar atarlı ve tripliydim ki acil olarak uzaya gönderilmeliydim. O güne kadar vermediğim, veremediğim tepkiler bilinçaltımda yasa dışı örgüt kurmuşlardı sanki. Derdimi cümlelerle anlatmıyor, slogan atarak dolaşıyordum. Ve tabi ki kapitalizmin ve özel mülkiyetin en küçük ve en güçlü birimi "Kutsal Aile" kurumu de neydi? Derhal terkedilmeliydi!
Annemler üniversite okuyayım diye koşa koşa İzmir'e gelmişlerdi.
Ben de The Ezguita versus Capitalismo modunda, sol yumruk havada İstanbul'a geldim koştura koştura. İşçilere dışardan bilinç taşımanın yanı sıra üniversite okuyacaktım hesapta.
Çok geçmeden İstanbul, beni öyle bir salladı ki başım sıkıştığı her an soluğu baba evinde, anne kucağında aldım. Havadaki sol yumruk çoktan aşağı inmişti. Aktif politika benim harcım değildi.
Marx ve Engels, felsefe ve siyaset iyiydi hoştu da hayatı daha ziyade romanlardan ve beyazperdede anlatılan hikayelerden öğrenmekti en güzeli. Dünyada sadece siyah ve beyaz yoktu çünkü. İnsanları yargılamak haddimize değildi, erdemli davranarak anlamak lazım gelirdi. Büyük lokma ye, büyük konuşma demişler. Başkasında görüp eleştirdiğim her şeyi bir zaman geldi kendim yaptım.
Düşe kalka, hata yapa yapa öğreniyordu insan. Karamazov Kardeşler'de kayboldum, Stalker'la yolumu buldum. Edebiyat ve sinemanın ellerinden hep tuttum.
Derken üniversiteden mezun oldum. Ama ben sadece kitabın buraya kadar olan bölümüne çalışmıştım. 18 tane futbol sahası büyüklüğündeki arazide elimde diplomayla düdük makarnası gibi kalakaldım. Herkes beyaz yakayla tanışmıştı bile.
Bir müddet bocaladım, panik oldum. Milattan önce gelecek size ama, internetin yeni yeni telaffuz edildiği zamanlardı, bırakın sosyal medyayı, siyah dos ekranlarından atıyorduk e postaları. 90lar sonu, 2000ler başı, evet bildiniz bankacılık sektörünün lale devri yılları.
Reklamcılıktan, brokerlığa onlarca saçma sapan iş görüşmesine girip çıktım. Distopik bir film setinde gibiydim ya da Kafka'nın Şato'sunda. Deney yapıyorlardı   sanki bana. Maymunlar Cehennemi'nden kaçar gibi kaçıyordum mülakat sonunda.
İşte şimdi size o karabasan görüşmelerden birini anlatıyorum.
Bankacılık üssü kuran bir bankada kurumsal pazarlama mülakatına katıldım. Öncesinde bir yazılı sınav, bir de 6 kişilik bir münazara formatında bir eleme görüşmesini geçmiştim. Bu son görüşmeydi, insan kaynakları departmanından 2 kadın sürekli sorular soruyor, 3. bir kadın ise başını kaldırmadan not alıyordu.
İlk andan itibaren gülümseyerek ve pozitif bir poz takınarak verdiğim bütün cevaplara olumsuz karşılıklar verdiler. Stres testi kisvesi altında inceden aşağılayıcı bir üslupla.
Derken yüzümde şaka yaptıklarını sanarak beliren bir tebessümle kalakaldığım şu talihsiz soru geldi "Yaşamın anlamı ne sence?" Sorunun Can Barslan'ın yaşamın anlamını tam bulacakken aygazcının geçmesiyle bulamayan Ulu Bilge'siyle hiçbir ilgisi olmadığını, ciddi ciddi sorduklarını anladığımda "Bu işte bir hata var dedim" içimden. "Yaşamın anlamı çalışmaktır" cevabını duyduğumda ise şimdi bile kızarım kendime "Hadi size iyi günleerrr" diyerek kalkıp gitmedim diye.
Almadılar beni o pozisyona. Demişler ki ailesiyle problemleri var. Konuşmada hiç böyle bir konu geçmemişti. O nedenle epey düşündüm ne sebepten böyle söylediklerini. Ve buldum!
"Bir evin bir kızıymışsın, annenler seni nasıl oldu da üniversite için İstanbul'a gönderdi." dedi The Kurumsal.
Ben de dedim ki üniversiteye başladıktan birkaç yıl sonra ben de aynı soruyu sordum anneme. Annemin cevabı beni şok etti, ona duyduğum hayranlık birkaç kat daha attı. "Ezguita, senden ayrılmak benim için çok zordu. Ama babanla düşündük taşındık, biz bugün varız, yarın yokuz, biz hayattayken kendi başına ayakta durmayı öğren istedik" dedi annem. Dedim.

Orası olmadı ama bir başka yalan dünya The Kurumsal bankada işe başladım. Kolalı beyaz kurdelamı çıkardım, kolasız beyaz yakamı taktım.

Kolalı Beyaz Kurdela

Eskiden ben küçükken memurların zırt pırt tayinleri çıkardı. Anne ve babalar önceden gidip ev, lojman vesaire tutar, birkaç hafta sonrasında da koca bir kamyona koltuktan mandala kadar evde ne varsa yüklenir, kamyon önden gönderilir, arkadan çoluk çocuk, anne, anane otobüsle giderlerdi yeni şehre. 302S tabir edilen otobüslere binilir, 2 çocuk için bir koltuk alınır, ortalama 15 saat tangır tungur gidilirdi. En inanılmazı da o daracık ortamda aklına gelenin sigara içmesiydi. Ön koltukta bebe varmış, yandaki yaşlı amca nefes darlığından tüple dalar gibi sesler çıkarmaktaymış, kimseciklere aldırmadan...
Yeni bir kente, bilinmeze doğru sarsa sarsa yol alırken 302S, çocuklar hiç çaktırmazlardı evlerinden, mahallelerinden, okullarından ayrıldıkları için sarsıla sarsıla gitmekte olduklarını.
İşte doğduğum kasabadan, henüz yeni başladığım ilkokuldan ve en çok da kapı komşumuz "Naargiz"den ayrılırken hissettiklerim burada yazdıklarımın ve onlarca yazmadıklarımın toplamıydı.
Büyük şehre; İzmir'e gidiyorduk.
Eskiden ben küçükken bilmediğim sözcüklerin bir kısmı ses olarak beni irrite ederdi ve bu sözcükleri sevmezdim. Misal zeytin ve zeynep sözcükleri çok kötü gelirdi kulağıma. Uzun yıllar zeytin yemedim o yüzden. Zeynepler'in de elini tutmak istemedim.
İzmir ise her duyduğumda içimi ısıtır, yüzümü gülümsetirdi.
Derken İzmir'e geldik, oturduğumuz evin yakınlarındaki ilkokula başladım. Öğretmen beni sınıfa takdim ederken hiç unutmuyorum utangaçlıktan yanaklarım kızarmış ve hatta alev alev yanmıştı. Kısacık saçlarıma takılı, saçlarımdan da koca bembeyaz kurdela da hala dün gibi hatırımda.
Geçen günkü ilk yazımı yazarken burada, tıpkı İzmir'deki ilkokulumda geçirdiğim o ilk gün biraz utangaçlık ve tedirginlik vardı üstümde, başımda. Elimi nereye koyacağımı bilemedim. 29 Ekim'de, 23 Nisan'da "Ne kadar kendini paralar ve boğazını yırtarak okursan, o kadar güzel okursun o şiiri" geleneğine uyarak yazacaktım yazımı ama sesim kısıldı.
Bu yazıyı burada kesiyorum ama devamı var, devamını bir sonraki yazıya bırakıyorum.

Herkeşe iyi haftasonları...

Bir İhtimal Daha Var; O da Yazmak mı Dersin?

Bir türlü bir girizgah bulamadım. Öyle yazdım olmadı, böyle yazdım olmadı. Giriş niyetine aklıma geliveren bütün sözcükler sırıttı, bedenleri uymadı. Ya da sanki ne idüğü belirsiz bir kara delik peydahlandı kapıya, cümlelere yerleşmeye çalışan özneleri, tümleçleri ya da yüklemleri yuttu, yok etti. Ne zormuş arkadaş kendi evini boşaltıp kiraya çıkmak. Kendi evimdeyken (ezguita.blogspot.com) istediğim duvarı deliyor, istediğim saatte dans ediyor, bağıra çağıra şarkımı söylüyordum. Bu gece bu evde ilk günüm. Yatmadan yastığın altına anahtar koymayı unuturum diye az evvel gidip koydum anahtarı bile...
Eeee yeter bu kadar kasmak diyerek atlıyorum balıklama mevzuya...
Bilenler bilir; Türkiye "ciddi" meseleleri konuşan "ciddi" insanların memleketidir. Benim Merve'den, Merve'nin babannesinden, babannenin atalarımızdan öğrendiği söz der ki "bir gülmek var, ağlamaktan beter"!
Her geçen gün daha gerginiz, daha asık suratımız. Topluca iyiden iyiye atarlandık. Sakın gelme, sözlerim kayıp. Sakın gelme hazır değilim, deliyim kaç gündür, poyrazım tuttu, lodosum soğuk. Sakın gelme dönesim yok, çok uzaktayım çok, bir şarkı var aklımda, söylemesi ayıp...
İşte size iyiden iyiye ayarımızın bozulduğunun ispatı; çok değil bir hafta öncesinde takvimler cuma akşamı iş çıkış saatlerini gösterirken ana-oğul Güneyto ile ben, Kadıköy Moda'dan ikamet istikametimiz Kozyatağı'na doğru yola çıktık. Cuma iş çıkışı olması yetmezmiş gibi pis de bir yağmur başlamasın mı? Biz 2 saftoz kafa, fazla beklemeden boş taksi bulunca hemencecik oracıkta sevinip, taksiye biner binmez de "meğerse burası bizim evimizmiş" diye oyun oynamaya başladık. Oysa gıdım gıdım ilerleyen trafikle boğuşan sevgi yumağı, tonton bir dede kılığındaki taksici giderek bir kurt adama dönüşmekteymiş. Trafik yetmezmiş gibi taksicinin bir de telefonu çalmaya başladı zırt zırt. Sorumsuz oğlu ve yelloz karısı aralarında anlaşmışlar gibi sırayla arıyorlardı. Sinema tutkunu olan ben, aynadan taksicinin Spencer Tracy'e acayip benzediğini farkettiğimde, mevzuyu da anladım. Ama geç kaldım. Tonton dede bize patladı, yolculuk karakolda tamamlandı.
Esas bomba karakol sonrası otobüs durağını sormak üzere durdurduğumuz 3 genç adamdan geldi. Bizi önce dilenci sanarak azarladılar. Ben henüz bunun şokunu atamamıştım ki dilenci sanıp da başlarından defetmek üzere verdikleri 10 TL'yi almadığımız için bir azar daha geldi! Bir hayli trajikomik bir durum. Üst baş tertemiz, gıcır mı gıcır, saçlar fönlü. Anne, Marla Singer'la Kate Winslet sentezi. Oğlan desen doğma büyüme Brando, Marlon Brando. Gene de kurtulamadık. Ağlasam mı gülsem mi bilemedim. Gülmeyi tercih ettim.
Hayat bu aralar Güneyto'nun bugün klozete yaptığı büyük tuvaletine bakıp "Bok gibi kaka" demesi gibi sanki…

Thursday, December 17, 2015

Biletim Buraya Kadar

Sanki sevgilimden ayrılıyor gibiyim. Öylesine bir sıkıntı, öylesine bir darlanma, öylesine kapkara bulutlarla kuşatılmışlık hissi. C Bloktaki daireden ise reel olarak ayrılıyorum. Bir süreliğine. Arkada Ramstein çalıyor sürekli. Koşuyorum... koşuyorum... koşuyorum... Ezguita Forever!*
Tuhaf, 8 yaşındaydım;
Hava kapkara bulutlarla doluyken, 
Tülün arkasından annemin işten gelmesini bekliyordum bir gün ben, 
Kara bulutlar kopup gökyüzünden içime doldular birden.

Tuhaf, 25 yaşındaydım;
Gene geldi bulutlar.
Küçükken hayal bile edemezdim, yolun yarısını bir hayli geçmişken de bulut filolarının arada geleceğini.

Büyü de baban sana büyü de büyü.**
Büyüyüp de 17'ne ve hatta 37'ne geldiğinde baban sana kara bulutlar gibi kara hisler alacak. Sense alıp eline domestos ve skoçbırayt, ağartmak için hisleri var gücünle ovalarken, temeldenkuran ablanınki gibi temelden tribal cümleler kuracaksın. Kim derdi ki seninle her gün ayrılacağız gibi, di mi? Dündü ayrıldık, evvelsi gündü hatta, gene ayrıldık, e bugün de ayrıldık.
Dün gece, bu gece, evvelsi gece, karardı bulutlar ve ruhlar.
Öfff be, baydın ama sen de, Ezgisu çok negatifsin.
Pardon ama kaldır kafanı instagramdan da bir filtresiz kendine bak. Her gün farklı bir mekanda, farklı "dostlarla", farklı filtre kahve içmektesin. Ne gariptir ki hep aynı gülmektesin. Mutsuzluğu sen seçtin, samimiyetsizliği seçtiğin gibi.
Bense tiye almayı öğrendim. Ve de mutlu olmayı. Kendimi bildim bileli ise transparanım. Rol yapamam, politik olamam. Case study*** olarak incelenmişliğim de vardır. 
Havalara girme sakın sen bakkal amca, sen doktor bey ve sen müdire hanım. Kim case study değil ki. Sen de öylesin. Aramızdaki fark, sen kendine bile söylememektesin. Bense ramazan davulcusu misali dere tepe gezmekte, cümle aleme deklare etmekteyim.  

Ve az önce Ativan İdman Yurdunu alt etmek için açtığım bu blogta, yürüdüğüm ülküde, gösterdiğim amaçta 100. müsabakayla, 100. yazıyla yorgun argın ringin ortasına yığılıp kaldım ne yalan söyleyeyim.

Ve az önceden biraz sonra kimyasal madde taşıyan tırlar gibi, sağa çektim kendimi.

"Buraya kadar herşey yolunda"ydı ilk motto. İşte ikincisi:

Ey "Türk" Gençliği,
Birinci vazifen mutlu olmaktır.

Bitti...

*Lucas Muddysson'un 2002 yapımı Lilya 4-Ever'a atfen.
**Grup Yorum'un bir şarkısı.
***Türkçesi vaka çalışması.

Wednesday, December 2, 2015

Bak Postacı Geliyor

Sayın C Blok sakinleri bugün sizlere bir dizi iyi, bir dizi kötü (doktor birkaç kas yırtılması olduğunu söyledi!) haberim var.
Bir kötüyle başlıyoruz korsan yayınımıza sayın okuyucular ya da sadece bakıp çıkanlar; Siteye adını veren Boogie Nights filmi Türkiye'de Ateşli Geceler ismiyle gösterime girmişti. Bu bilginin ışığında şunu itiraf ediyorum ki sayın komşularım, Ateşli Geceler sitesini ziyaret edenlerin sayısı giderek azalıyor. Acı ama gerçek... 
Oysa gerek havaların giderek soğuması ile bedenlerimiz, gerekse Türkiye'nin yüzünü Teksas'a dönerek edindiği yeni bir çehre, yeni bir vizyon ile ruhlarımız üşümekte. Bu durumda bir pinçik de olsa ısınmak için yorgan ve battaniyenin altına girip buz tutmuş ayaklarımızı da yanımızdakinin bacaklarının arasına cebren ve hile ile sokup geceyi ateşlendirmek hiç de fena fikir değil sanki? Ne dersiniz?
Nedir sizce ziyaretçi sayısının bu denli düşmesinin sebebi? Bu kasabada ayakların sevilmemesi olabilir mi?

Ben diyorum ki Boogie Nights Forever ismi yerine Sonsuza Kadar Ateşli Geceler olarak değiştirelim sitenin ismini. Sitenin trafiği artsın. Misal yazın vizyona giren Çıplak Ten filmine Pedro Almodovar filmi izlemek için giren "bilinçli" seyirciler gibi doğru beklentiyle gelenler yazıları okusun. Filmin adı başka birtakım durumları çağrıştırdığı için farklı beklentilerle gelenler isterlerse çıksın gitsin. Doğal seleksiyon misali.
Hayır bu sefer girmicem, dilimin ucuna gelse de "Bu ülke neyi sever ki?", "Ya seversin, ya terkedersin arkadaşım" mıhabbetine. 
İyiden iyiye niyetler bozuk, moraller o biçim.

İşte ikinci kötü haberimiz; Kadıköy İlçesi, Sahrayıcedit semtinin en güzel, en zeki ve en Türk'e benzemeyeni, ben diyim Norveç, siz deyin İsveç tipli kızımız Elis'in shengen vizesi geri döndü. Pasaportun sayfaları envai çeşit vizeyle dolu olmasına rağmen hem de. Evraklar tastamam, tek aklıma gelen Avrupa acaba kendini güvende hissetmiyor ve zeka olsun, güzellik olsun, zarafet olsun çeşitli açılardan Kadıköy'ün Aniston şubesini olası bir tehlikeden uzak tutmak maksatıyla mı vermiyor yengen vizesini.

Hadi gelin Artvin yöresinden bir türkü eşliğinde halay çekerek kutlayalım iyi haberimizi; harçlıkla yaşama dönemim bitiyor mu yoksa, yoksa üç vakte kadar geçende falda çıkan para geliyor mu sahiden bana?

Saturday, November 21, 2015

Yaptığına Şantaj Denir Böyle Aşka Montaj Denir

Bazen kendimi tutamayıp üstümde başımda ne varsa, ne biriktiyse cebimde, çantamda hepiciğini deklare etmek istiyorum tüm kamuoyuna. Şeytan diyo yap bir durum güncellemesi, bodoslamadan dal, hiçççç tutma kendini. Misal şüphesiz ki çatlatarak sesini; "Sen beni de kavurdun ya o kahve çekirdeklerinin yanında, Allah da seni kavursun e mi:)" diye bir sesli mesaj paylaş. Altına da bi video patlat; 

Ne başı var ne de sonu
Söyle gerçek sevgi bu mu
Hasret kaldım gerçek aşka
İçin başka dışın başka
Yaptığına şantaj denir
Böyle aşka montaj denir

Ey yolcu izlemeden geçme bu videoyu;

Aynı bakışla söylüyorum ben de bu şarkıyı. Sonundaki şantaj, montaj, şantaj, montaj kısmını da 2 ses yapalım dedim. Rana ne dersin?

Bu en damar fentezimdi, durum güncellemesi ya da başka bir deyişle statü apdeyti kapsamında.
Bir de toplumda çok görülen bir başka durum güncellemesi şekli var ki bu sanki daha cool sanılmakta ama nacizane kanaatimce yanılınmakta: Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla modeli. Dalgaların, denizlerin, bulutlarıın, kırlangıçların karşısında, şeytanın duyunca kohkidikohkoh kahkalarıyla krize girdiği, mesaj kaygısı içindeki ademoğlu, havva kızının ağızdan dökülen tribal söz öbekleri. Bu model en çok şiir formatında kullanılır. Mesaj verme derdine düşmüş biçare kişi öbek öbek karizmayı çizerken, karşı taraf nefes alır derinden...

Genç kızlar, siz siz olun şu tarz cümlelerden uzak durun:
Gün gelecek, devran dönecek
Şimdi gözyaşlarıma gülenlere
Evrenin enerjisi en güzel cevabı verecek.

Öptüm cici beyler, bayanlar, "merdivenden kayanlar" ben demedim, baba esprileri antolojisinden aldım. Yalanım varsa 'ş'arap olayım.

Wednesday, November 18, 2015

Alice Naiflikler Diyarında

Daha önce de belli belirsiz söylemiştim; ağır abimiz Heidegger'in* müstesna önermelerinden biri; "insan dünyaya öylece bırakılmıştır" sözünü. 
Bu söz bende saatte 200 km hızla giden bir motosikletin üstünde sürücüye sımsıkı sarılmış, fonda Child in Time'ın** enstrümantal bölümleri bangır gümbür çalınırken karşıdan gelen kamyona çarpıp varımız ve yoğumuzla tuz buz olmuşuz gibi bir etki yaratır. Tahribat gücü o denli yüksektir benim nazarımda. Lafın kendisi ise cami avlusuna kundaklanıp bırakılmış 3 günlük bebeyi çağrıştırır. Sanki ana rahminden roket misali dışarı fırlatılmış, bir cami, bir kilise, bir sinagogta açmışız gözlerimizi.
Henüz sadece bir metre uzağı görebilen gözlerimiz öyle büzüşüp kalmış, onların yerine avazımız çıktığı kadar ağlar gibi bağırmış, bağırır gibi ağlamışız.

Dünyaya gelmek böyle bir şey sanki. Hele de güne ağzından ateş üfleyen ejderha saldırılarıyla başladığımız bugünlerde. 
Keşke dünyayı Hayao Miyazaki*** yönetseydi.
Heidi'nin dedesinin oturduğumuz sokaktaki fırınından alsaydık ekmekleri.
Kapı komşumuzun oğlu Fırat**** olsaydı.
Güneyto ve Fırat bütün gün ellerinde cincibir***** gazozları un, dos, tres çiş kaka diye dolaşsaydı.
Kozzy Avm yerine aşağı mahalledeki yazlık sinemaya gitseydik, bir elimizde minderimiz, diğer elimizde film izlerken çiteceğimiz çiğdemimiz.
İyisi mi dünyanın bütün naifleri birleşiniz!
...

Güneyto'nun sormasını bekliyorum ama inat etti sanki, zinhar sormuyor; "Ben dünyaya nasıl geldim annecim?" 
-Atrium gezegeninden fırlatılan bir uzay gemisi yakıt ikmali için Kozyatağı yanyolda, uno copy'nin karşısıdaki akaryakıt terminaline iniş yaptı. Biz de o esnada terminalin marketinde babanla mimik dilini kullanarak kavga ediyorduk. Kendimizi öyle kaptırmışız ki Atrium'dan kalkan ve Natilius istikametine doğru gitmekte olan uzay gemisinin hareketinden nice sonra yanı başımızdaki koltukta sessizce bizi izlemekte olan seni farkettik. Anlaşılan tuvalet ihtiyacını gidermek üzere markete dalan uzay gemisi yolcularından biri unutmuştu seni. İşte dünyaya dış hatlar uçuşu yapan bir uzay gemisiyle geldin yavrucuğum.
Babanne "leylek getirdi seni mi dedi" dedin? O ne ya? Kakan bitti, hadi yürü banyoya.



*1889-1976 yılları arasında yaşamış Alman filozof.
**Rock grubu Deep Purple'ın bir şarkısı
***Japon anime yönetmeni
****Uğur Gürsoy'un çizdiği bir karikatür kahramanı
****80'lerde daha ziyade Ege Bölgesi'nde tüketilen bir gazoz markası


Tuesday, November 3, 2015

Zaman Tünelinde Yolculuk


Sevgili arkadaşlar,
Başımıza öyle bir bela aldık ki şahsen benim umudum falan kalmadı. Cahil desen değil, aptal desen değil, kafadan kontak desen değil. Vardır tabi içlerinde birtakım böyleleri. Ama çoğunluk da böyle mi? Çoğunluk* filmindeki gibi hani?
R.T. Hannibal ve fantazileri bir bir gerçek oldu. Hollywood sineması simülasyonlarını hem niteliksel hem de niceliksel açılardan gerçeğe dönüştüren en başarılı ülke sıralamasında bronz ve gümüş madalyaların ardından 1 Kasım'da altın madalyayı da alarak salondaki camlı büfeye koyduk. Deselerdi inanmazdık; bir yüce Türk ekibi zaman makinesini yapacak. Ama yaptık ve tam planlandığı gibi sofu lakaplı 3. Osman'ın tahta oturduğu 1754 senesine geri döndük.
Felaketin tam ortasındayız, ne felaket tellallığı yapması.
Can dostum Halit Ayarcı'nın pek doğru önerisi üzerine apolitik hayata geri dönüyoruz biz. Yoksa sinir hastası olmak işten değil.
Bu demek değil ki duyarsızız; aksine bağırmaktan sesimiz kısıldı, gelin yamacımıza sesimizi duyarsınız.
Zevzek zevzek konuşuyoruz evet.
Bu demek değil ki aptalız; hiç şüpheniz olmasın, herşeyin farkındayız. Aptal numarası yapmaktayız sadece.
Günü gelince bizi de gözlerini kırpmadan sivil insanları öldürmek üzere üstlerine saldığınız, size biat etmeye programlanmış robotlardan sanın ve aldanın diye...





(*)Seren Yüce'nin 2010 yapımı filmi