Friday, June 19, 2015

Blog Tatilde





Yaz boyu parmak arası terlikler, pazardan alınmış çakma tşörtler, şortlar ile tam tekmil; aile boyu fantayı gazı kaçmadan bitirecek nüfuslu bir evde, deniz kokarak yazmaktayım bir kitap.
Dileğim sağ salim geçmek okyanusu ve yazdıklarımı size sunmak.

Wednesday, June 3, 2015

Anneeee Ben Ajite Oldum!


Bugünkü yazımıza Emel Sayın'dan bir şarkıyla başlıyoruz; 
Unutulmuş birer birer 
Eski dostlar, eski dostlar 
Ne bir selam, ne bir haber 
Eski dostlar, eski dostlar 
Hayal meyal düşler gibi 
Uçup giden kuşlar gibi 
Yosun tutan taşlar gibi 
Eski dostlar, eski dostlar 
Unutulmuş isimlerde 
Bilinmez ki nasıl, nerde 
Şimdi yalnız resimlerde 
Eski dostlar, eski dostlar

Yaşları tutanlar bilir; 12 Eylül şarkılarından biriydi bu şarkı. Sayın Emel Sayın ise icraatçılarından birini geçenlerde 100 yaşına merdiven dayamışken yitirdiğimiz darbenin kadrolu şarkıcısı olarak sık sık TRT ekranlarındaydı. Yumuşatıcı, sakinleştirici yüzü, bakışları ve kadife sesi Darth Vader'ın bile korktuğu paşaların sert bakışlarını nötralize etsin diye seçilmişti besbelli. 

Yaşları tutanlar hatırlar; TRT cilalı taş devrindeydi o zamanlar. Kimin aklına geldiyse artık Ringu gibi kapanırdı televizyon. Gece tam 12'de Türk askerleri kıt a dur tüfek omza seremonisini yaparlar, derken s.o.s. sinyalleri gibi sesler duyulur, ardından "Televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız" yazısı çıkar, bir iki dakika sonra da ekran karıncalanırdı. İşte o karıncalı ekrana biraz bakınca Ringu'daki kız belirirdi bir müddet sonra. Bense televizyonu bir an önce kapatmazsam televizyonun bozulacağını, Ringu kızının hepimizi boğazlayacağını falan düşünürdüm. Abarttım birazcık tamam. 

Sayın Emel kod adlı darbe şarkıcısından başka bir de gece yarısı televizyon kapanmasına yakın İtalyan Rafaella Carra'nın erotikimsi şovları yayınlanırdı. Artık o da 12 Eylül kasaplarının bir İtalya ziyaretleri esnasında kadroya dahil ettikleri bir sanatçı mıydı bilemiyorum...

Ama şunu biliyorum; batı yakasının bir kısmı Carra'nın iç gıcıklayıcı hareketleriyle mayışırken olağanüstü hal diyarında yaşayanlar akıl sır ermez işkencelerden geçiriliyorlardı. Seçim öncesi feysbukta anaokul seviyesinde yorumlar yaparak akıllarınca taşı gediğine koyduklarını sanan arkadaşlar, size tavsiyem Şebnem İşigüzel'in romanı Resmigeçit'i okuyun. Press* filmini izleyin ve internette HDP'nin gay ve lezbiyen politikasını aramak yerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne açılan davaları, duruşma metinlerini bulun, okuyun ve paylaşın. 
Nefesiniz daralsın ve balkona çıkıp terör neymiş, kimler terör organizatörleriymiş inceden düşünmeye başlayın. 
Ben de statümü güncelliyorum şu şekilde; internette aradım bulamadım; "Ahmet Kaya neden ölmüştü sayın arkadaşım?"

(*)Sedat Yılmaz'ın yönettiği 2010 yapımı film

Monday, May 18, 2015

Hayatımız Film - 2. Bölüm: Prof Doktor Zihni Sinir Mucitlik Akademisi*

C blog'taki evime az pek az uğrar oldum. Çok ihmal ettim sizleri çok. "Ablacım, yengecim hasta mısın?", "Bir problem mi var? hayrola?", "Yoksa yoksa beni artık sevmiyor musun?" diye soran sorana.
Napiyim ben Gezentianne kadar multitask** değilim. Maksimum 2 iş yapabiliyorum; yürürken telefonda konuşmak gibi. O esnada kazara biri birşey sorsa, apışıp kalıyorum; ben şimdi yürüyim mi, telefonda mı konuşayım, yoksa sana marketin yerini mi tarif edeyim derkeeeeen ekran dos moduna geçiyor. O derece yani.

Gelelim esas mevzuya. Bir önceki yazımda The Queen Ezguita ve sevgili eşi Ömertito'nun tanışır tanışmaz aşk havuzunun içine düşmelerinden söz etmiştik.
Ezguita kafası uzun yıllar daldan dala konan Ömertito'nun girişimci ve mucit bir kişiliği olduğunu ancak birkaç hafta önce tam olarak anladı. Bu vakte kadar evet bir miktar çılgın, maymun iştahlı, çatlak görünüyordu ama nevişahsına münhasır müstakbel kocası aslında mucitliğin tescillendiği ilim irfan yuvası Prof Dr. Zihni Sinir Üniversitesi'ni birincilikle bitirmiş, doktorasını yapmıştı. O vakitler daha çiçeği burnunda sevgi kumkumaları Şişli'de ikamet ediyorlardı. Ömertito bu gerçeği birkaç hafta önce en büyük icadını yaptığında ve bu icadı saklamak pek mümkün olmadığında Padme Ezguita'ya açıklamak zorunda kaldı.
Bu masalsı gerçek ya da gerçekçi masaldan bu kadar bahsetmek yeter. 

Gelelim yeni yaşam ünitemize. Kurumsal hayat sona ereli 1 sene oldu aşağı yukarı. Kurumsal kimlikten kopunca yavaştan Perihan Abla'ya benzemeye başladı ruhum da. Esnaf karısıyım aynı zamanda.

Ama bizim apartmanın giriş katında nalbur dükkanı olan Saim Abi geçende dedi ki; "Bak Ezgi sende var bir tarz olarak ecnebilik. Ben burada 20 yıldır varım aşağı yukarı senin gibisini görmedim. Normalde evin erkeği selam verir geçerken, kadınsa katiyen konuşmaz, sizde tam tersi Ömer Bey dosdoğru yürüyor, sense laf atmadan geçmiyorsun."

Evet laf atmadan geçmeyelim ama geçelim bu yargılamacı, bulamacı zihniyetleri sayın beyler, bayanlar. Dünyaya bir kez geliyoruz, kasmayın bu kadar.

Beyazyakalıdeilakyakalıyım'a buradan selam eder, gözlerinden öperim. Yanındakinin de.

(*)İrfan Sayar'ın çizdiği karikatür serisi
(**)Birkaç işi bir arada yapmak

Friday, May 1, 2015

Hayatımız Film - 1. Bölüm: Oğlan Kıza Rastlar*

Science Of Sleep
Hey yo, sen oradaki, evet evet sen Umut Sarıkaya'yı (annem gene kızacak ama) danalar gibi gülerek okuyan kişi,
Sen hiç ateşböceği gördün mü?
Ben gördüm. Hem de bir tabur aynı anda, bir arada. Esra'yla nemlice bir yaz gecesi Boğaziçi'nin içindeki Tevfik Fikret'in evi, nam-ı diğer Aşiyan Müzesi'nde Boğaz'a karşı oturmuş, manzaraya vurulmuşken bir anda yüzlerce ateşböceği sarmıştı etrafımızı. O zamanlar muhterem yönetmeni tanısaydım "Tıpkı bir Hayao Miyazaki filmi" cümlesini kurardım. O vakitler Ruhların Kaçışı'nı çekmeye, çizmeye, yönetmeye Miyazaki'nin var daha bir 10 yılı... Emir ve ekürisi ya daha anasının karnında ya da bilemedin 1 yaşında... Ateşböcekleri sarmış etrafımızı. Hayır bedene herhangi bir katkı maddesi almadığımızdan emin olmasam rüya diycem. Diyorum ki rüya gibi bir geceydi. Yüzlerce ateşböceği etrafımızda dans ederken, birimiz 18, birimiz 17 iken. Ömrümüzün başında olup da kendimizi feleğin çemberinden geçmiş sanıyorken...

Derken geçtik feleğin çemberinden. Hem de öyle böyle değil. Feleğin çemberinden feleğimizi şaşırarak, feleğimiz şaşarak... geçtik.

Mr. Smith'le tanıştığımda o ana kadar tiyatro oyununun provası olarak yaşadığım ve onun rahatlığıyla kerelerce rolümde hata yaptığım hayatımın çoktan bilmem kaçıncı perdesinin sonuna geldiğini açık ve net anlamıştım. Tıpkı Yedinci Mühür'de** Azrail'in kendisini almaya geldiğini gören ve biraz daha zaman kazanmak için ölüm meleğini satranç oynamaya davet eden şovalye gibiydim. Bir an önce satranç öğrenmeliydim.

İşte Mr. Smith'le şirketin 11. katında asansör sırasındaki ilk karşılaşmamızda ikimiz de çoktan Eternal Sunshine of the spotless mind'ı*** izlemiş ve geçmişi hafızadan silmiştik. 

Ertesi akşam sadece 1. km uzaklıktaki evinin kapısını çaldığımda ayağında pazardan alınmış terlikler ve üstünde kolları sökülmüş nuh nebi'den kalma hırkasıyla beni karşıladığında artık emindim Rüya Bilmecesi'ndeki**** Gael Garcia olduğuna.

Asansörün önündeki ilk merhaba'dan beri kalbimiz pıt pıt atıyor, gözlerimiz ışıldıyordu. Düpedüz hayallerimin de ötesindeki bu adamla düşüyorduk koskocaman bir aşka...

(*)Boy Meets Girl, 1984 yapımı Leo Carax filmi
(**)1957 yapımı Ingmar Bergman filmi
(***)2004 yapımı Michel Gondry filmi
(****)2006 yapımı Michel Gondry filmi


Friday, April 17, 2015

Elektrik Su Havagazı Otobüs Troleybüs

Marla Singer (Fight Club)
Sevgili uç uç böcekleri,
Görüşmeyeli tamı tamına, hepi topuna 11 gün olmuş!
Konular, konuklar yığılmış da yığılmış. Evrakların, dosyaların dolup taştığı, birbirine karıştığı masalar, çekmecelerle dolu devlet dairesine dönmüş C Blog.
Nasıl anlatsam? Nerden başlasam? Bodrum Bodrum... (Baba esprisi örneği)

Madde 1: Blog yazılarıma etiketlediğim saygıdeğer arkadaşlarım, dostlarım ya da uzak akrabalarım şunu belirtmek isterim ki bizzat adınızı etiketlememe rağmen (belli ki size bişiler söylemek peşindeyim) bir sözcük, bir cümlecik, onlar da olmadı bir emoticoncuk (his simgeleri*) bile yorum yapmamanız beni yer yer sağanak formatında üzüyor, yer yer gıcık ediyor. Yedi kat yabancı yapmaz valla sizin yaptığınızı. Ya benim karizmanın çizilişine ne demeli? Gerçekte gotik kraliçesi Marla Singer'ken bu tip haketmediğim tavırlar yüzünden düpedüz tüm zamanların en şebelek tiplemesi The Party (1968) filmindeki Peter Sellers'ın canlandırdığı Hrundi V. Bakshi'ye dönüşüyorum resmen. Abartının böylesi.

Madde 2: Malulen emekli yapmadılar beni. Hamile de olmadığım için bir ESHOT olsun, bir İETT olsun belediye otobüslerinde ayakta gitmekteyim. 

Madde 3: Hayatıma bir pilates hocası girdi. Şöyle tarif edeyim; bana büyük ikramiye çıktı diyelim, o da biletinin son 6 rakamıyla 2 milyon TL'yi kazanmakta. Türkçe meali; ben bir bilinmezlik içerisinde 38 ilaçla 43 farklı ruh ve beden hallerine girip çıkarken, o da kadınken erkek olmaya çalışmakta. Cinsiyet değişikliği ne zor iş abisi. Sevgili Aren; açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta, hiç durmadan yürümektesin. Varlığın tüm transgender'lara armağan olsun!

Madde 4: Hande Yener de cinsiyet değiştirmiş kadar oldu dermişim. İlk çıktığında balık etli, amelasyon bir tip iken şimdi Madonna'nın Türkiye şubesi sanki. Zeki, zevkli ve sağlam sezgileri olan bir kadınmış vesselam. Ben şahsen çok seviyorum kendisini, şarkılarını, Sibel Kekilli gibi kimseyi takmamasını, mayoyla sahneye çıkmasını...


Öncesi

Sonrası Pj harvey'den de güzel
(*)

Sunday, April 5, 2015

Güm Güm*

5 - 6 aylık hamileyken televizyon izlemeyi bıraktım. 4 yıl oldu nerden baksan. Zaten haftada birkaç saat kafa boşaltmak için seyrediyordum. Tek tahammmül edebildiğim yeteneksizsiniz ve de birkaç magazin programıydı o kadar, ha bi de müjde ar'lı bir sohbet programı vardı ntv'de, saba tümer bazen, bazen de 5n1k. Dizilere hele hiç tahammülüm yoktu. Oyuncular çok sevdiğim bir Uğur Yücel, bir Erkan Can, bir Binnur Kaya bile olsa diziler birkaç bölümden sonra Allah'ın emri zırvalıyorlardı. Hep bir entrika, hep fitne fücür, hep bir türlü kavuşamama ve aslında tüm bunların da müsebbibi hep ama hep yanlış anlama. Kapının arkasından 10 saniye daha önce kulak kabartsa doğruyu anlayacak ya da 10 saniye sonra kulağını dayasa kapıya gene doğru bilgiye ulaşacak ve sevdiceğine kavuşacak. (Tıpkı benim üniversite sınavında bir soru daha çözsem odtü'ye girmem, bir soru daha çözmesem gene odtü'ye girmem gibi.) Ama bir türlü ardı arkası kesilmeyen, envayi çeşit, budasan, tarım ilacı, tuz ruhu döksen kökünü kazıyamadığın, mantar gibi biten yanlış anlaşılmalar silsilesi... Türkiye menşeili dizilerin can yeleği, matematiği, demirbaşı.
Tüm bu klişeler olağanüstü hale dahil edilen hamilelik sürecimle birleşince Muhteşem Yüzyıl'daki Halit Ergenç'in sakalları yüzünden elimde poşetle gezdiğim oldu. Öyle bir tiksinme tiksindim ki.
Ve o yüzden tam bir televizyonkolik Fethi Bey'in Sümko sitesindeki kuaför salonunda saçlarımı boyatırken izledim Güm Güm'ü geçen hafta anca. Oysa şarkı çıkalı aylar olmuş. Spotify'da türkçe dosyasına ekledim hemen. Açığı kapatmak istercesine ortalama 46 kere dinliyorum şarkıyı. Sevgili Onur Özdemir benim de aklıma ne geliyor biliyor musun, havanın pis, soğuk, kapalı, depresif olduğu 3 günlük bir şeker bayramında Bursa'ya sizin eve kendimi can havliyle atışım, senin beni rahatlatmak için tüm hücrelerini seferber edişin, florasan ve sarı ışığın bir arada aydınlattığı birahanelerde güleyim diye anlattığın komik hikayeler, yürürken söylediğin şarkılar... Benimse 1 salise dahi o moddan çıkamamam... Çilekeş Ezgi vs Onur Derviş.
Ama Nişantaşı'ndaki ev partileri ne kadar eğlenceli, ultra mega komik, iğne atsan mutlaka efsane bir hikayeye saplanır haldeydi, di mi?

(*)Ayşe Hatun Önal feat.Onurr 
https://www.youtube.com/watch?v=JGOfDctPKRo

Thursday, March 26, 2015

Endişeliyim Endişelisin Endişeli

Allah anksiyeteyi yaratarak zaten dünya gözüyle insanlara cehennemi göstermiş. Hem de en kötüsü zabaniler zorla, ite kaka, döve tekmeleye sokmuyorlarmış biçareyi cehennemden içeri. Her daim açık duran, hiçbir görevlinin gözetlemediği kapıdan dışarıda güneşin altında, ağaçların gölgesindeki yemyeşil çimenlere sırt üstü uzanıp tatlı tatlı rüyalara dalmak varken kamburun o biçim çıkmış, dudakların Newton yasalarına uyarak sarkmış, günlerdir yıkamadığın, taramadığın saçlar, sakallar birbirine karışmış, elinde sıkmaktan lime lime olmuş kağıt peçeteyle ve tastamam özgür iradenle geçiyormuşsun anksiyete gezegenine, nam-ı diğer dünya gözüyle cehenneme.
Birine küfür edeceksen, "Allah seni anksiyete içinde bıraksın e mi?" de. Anksiyete sözcüğünü telaffuz etmeye dönmüyor mu dilin, o vakit "sebebsiz yere endişelenesin, oh canıma değsin" de diyebilirsin. Yalnız kafiye olsun diye söylediğin şu son "oh canıma değsin" söz öbeği, hafiften bedduaya girdi. Onun yerine şu cümleyi söyleyebilirsin misal "sebepsiz yere endişelenesin, tez vakitte kendine gelesin". İçim elvermedi kimse artık o kişiyi endişe denizinde çaresizce debelenir bırakmaya.
Hem eve ambülans çağırmak o kadar da büyütülcek bişi değilmiş. İnsanı tsünami misali etraflıca sallayan endişe dalgalarıyla boğuşurken numara yaptığını ya da abarttığını ihtimal dahilinde görerek "çabuk kendine gel, yemezler" mesajı vermek üzere "ambülans çağırıyorum bak" cümlesini kurar evdeki birinci dereceden yakının olan zatı muhteremler. Gölgelerinin gücü adına boğuşan kişi hafiften abartıyor ya da yalandan yere inliyorsa bu cümleyi maksimum 3. duyuşunda içinden "harbiden çağıracaklar, etrafı velveleye veriyorlar, kötüyüz dediysek o kadar da değil" sözlerini sarfederek kaportayı toparlar.
Ama bu sefer beni vuran endişe tsünamisinin şiddeti Kandilli rasatanesinden alınan bilgiye göre 7.9 idi. Hal böyle olunca ambülans daha çağırmadan geldi.
Ambülansın içinde hemşire damar yolu açmak için uğraşırken bir an dedim ki kendi kendime saatlerce olanı, biteni ve hatta olmayanı düşüneceğine Jim Carrey'in üç beş filmini izleseydin keşke.
Kıssadan hisse; siz siz olun, fazla derine dalmayın, kendi başınıza açılmayın.  

Wednesday, March 18, 2015

Herkesin bir Miladı vardır; Benimkisi de Bu...

Sevgili Boogie Nights okuyucuları,
Bugün sizlere "ciddi" konulardan söz edeceğim. 
Bendeniz The Ezguita doğdum doğalı sürüsüne bereket birçok şey yaşadım; trajik, traji-komik ve komik şeyler.
Sıkıldım, bunaldım, güldüm oynadım. 
Geçmişle uzun uzun yıllar savaştım; canımı fena yakmışlardı, öfke ve suçluluk duygusu peşimi bırakmadı.
Taaa ki Buenos Aires'te tıpkı bugünkü gibi havanın iç karartıcı ve kapalı olduğu bir günde yogaya giderken bacağımın kontrolsüzce attığı ana kadar...
Hayatım boyunca bir sürü mihenk taşı biriktirmiştim, her biri yerinden oynatılamayacak kadar ağır. Ama işte o an, kontrolüm dışı attığım o adımla başlayan "yeni hayat", daha önceki mihenk taşlarını bowling topuyla devrilen lobutlar misali dört bir yana savuruverdi.
Hayatım kutusundan yeni çıkan yapboz parçaları gibi darmadağın duruyordu gözümün önünde...
Doktorun sözleriyle "Piyango" bana çıkmıştı!
Doğru bildiklerim yanlışmış meğerse.
Meğerse hiçbir şey tesadüfi ve boşuna değilmiş.
...
Gerisini berisini bilenler bilir. 
Bilmeyenlerse bilmemeye devam etsinler.
...
Bu hikaye roman olur mu olur, deneme olur mu olur. İnsanlara faydası dokunur mu dokunur.
Baş kahraman olarak ben bu mevzuya yoğunlaşmak istemiyorum ama.
Belki başka bir zaman.

Sıkı durun; direkt blog ifşacılığı yapıyorum; hayatımı hiçbir şey yokmuş gibi yaşamak için birtakım kimyasallar alıyorum. Ve bazı anlar sanki başkasının hayatını yaşıyormuş gibiyim. Bunu yaşamayan anlamaz.
Ve 1 aydır çok az yazmamın sebebi daha önce yıldız savaşları, haçlı seferleri metaforlarıyla sözettiğim gibi kullandığım ilaçların değişmesi. 

Daha önce de benzer denemelerim olmuştu ama bu kez sıktım dişimi ve başardım! Bu süreci atlattım. Yapbozun parçaları büyük oranda doğru yerlerine oturdu. Yine yeni yeniden.* Ben sanki benim.**

Ve Sara aramıza hoşgeldin.***


(*)Nilüfer'in Yine Yeni YEniden şarkısına gönderme.
(**)Ebru Gündeş'in Deli Divane şarkısına gönderme.
(***)Sara sülalenin en miniciği.

Thursday, March 5, 2015

Biz Bu Kasabada Yabancıları Sevmeyiz

Nadide ve nacizane blogumu okuyan nadide ve saygıdeğer arkadaşlar,
Sizlere seslendiğim Alderaan gezegeninde yaklaşık 2 haftadır bendeniz Padme Ezguita zor günler geçirmekteyim. Elbette zor günler oluyor arada. Ama bu seferki biraz daha şiddetli. 
Daha önce de bahsettiğim gibi Naboo gezegenine ait ordunun başkomutanı Haşmet Han Solo Distonya gezegeninin başlattığı atakları püskürtmek üzere ikamet ettiğimiz Alderaan'a gelmiş ve 12 tabur jedi ordusunun başına geçmiştir.
Çatışmalar 4 ayrı cephede sürmektedir. Allah ne muradı varsa versin; Yoda her sabah skype üzerinden benimle meditasyon yapmaktadır.
Yalanım varsa arap olayım, kürt olayım, ermeni olayım. Beyaz Türk mertebesinden atılayım gerekirse.
Ya olmuyo işte olmuyo, cıvıtmadan, ciddi ciddi, trajik ama asla komik olmayan bir yazı yazayım diyorum. Sizler de Babam ve Oğlum'daki gibi hıçkırıklara boğularak, kadınlı erkekli, bildiğin sesli sesli, katatoniye girmiş şekilde ağlayın bu bir türlü yazamadığım yazıyı okuyarak.
Ama bu moda girmek zinhar imkansız bu bloga sadece bir adım attığında bile. 
Dostlar Rezidans'ta ahval böyle; sevgili kuşburnu reçelini sevenler kümesi.
Peki şerait nasıl dersiniz? Evet şartlar da sarsıcı. Ama Kavur ailesi olarak şartlar ne kadar sarsıcı olsa da "öldürmeyen şey bizi güçlendirir" diyoruz.

Bir de altını çizmek istediğim bir nokta var; farkındaysanız politika ve ekonomi gündemini takip etmiyorum. Bu, bilinçli bir tercih. Politika ve ekonomiyle ilgilenmediğim anlamına da gelmiyor gündemi takip etmemem. Kendimi bildim bile ülkemin insanları bana en uzak politikacıları seçti ve her başa gelen politikacıdan kötüsü olmaz derken biz, her yeni gelen gideni arattı. Ve ekonomi hiçbir zaman düze çıkmadı, krizlerin hep elleri kulaklarında, pusuya yatmış bekliyorlar.
Bu bir nevi korku yayarak insanları sindirme taktiği.

BU KASABADA:
Sinmek yok.
Korkmak yok.
Negatif enerji yok.
Pes etmek yok.

Mevzu ne olursa olsun.

Tuesday, February 24, 2015

And The Oscar goes to...

Casino Royale (2006)
Sevgili Sümko sitesi sakinleri, lütfen şu sitenin adını değiştirin. Yazık günah, kendinizi düşünmüyorsanız çocuklarınızı düşünün. "Nerede oturuyorsun?" sorusu sorulcak diye üçbuçuk atıyor küçük kalpleri. Hep bunun ezikliği içindeler, yalan söyledikleri bile oluyo; misal Sümbül Rezidans diyenini duydum ben bizzat, kendi kulaklarımla.
Sırf küçükler değil, çiçeği burnunda bir üniversite öğrencisi genç kadın düşünün, kendi fen edebiyatta ama mühendislikten bir yakışıklıyla flört ediyorlar. Her sohbet 1 santim daha yakınlık demek. Derken delikanlı ders çıkışı "Bostancı civarında işim var, hazır karşıya geçiyorum seni de bırakayım, Kozyatağı'nda nerede oturuyordun?" diye soruyor, şöyle bir cevap geliyor; "Süm... eeee... sü... Dilkum ya, Dilkum" 

Dilkum versus Sümko! Dilkum Sümko'ya karşı. Yakında sinemalarda. Daha hiç kapışmadan Dilkum açık ara fark atar. Çağrıştırdıkları şeylere bakmak kafi; Dilkum bir koy ismi kuvvetle muhtemel, Ege'de, Akdeniz'de masmavi bir denizi kıyılayan ışıl ışıl kum taneleriyle bir kumsal. Diğeri ise bildiğin bir mide bulandırma cihazı.
Şimdi ben bunları yazarken ABD Akademi üyeleri Oscar heykellerini dağıtıyorlar. Ben de aldım bir tane Eminönü'nden, çakma. Gerçeğini ruh ikizim Patricia aldı. Maaile star, 4 kardeş 4ü de Hollywood'a girmeyi başardı. Ama esas sıkıntıyı kardeşlerin en büyüğü Rosanna çekti. Sayısız deneme çekimine gitti, en sonunda Şeytanın bacağını kırdı. Bir tv dizisinde rolü kaptı. Diğer kardeşler hep hazıra kondu. 

Eveettt dün sabaha karşı başladığım bu hafif meşrep yazıyı birazdan bitireceğim. Hem yorgunum, dolu bir gün geçirdim. Gonca'yla yükte de pahada da ağır konuşmalar yaptık, üniversitede kendisinden ders aldığım kanatsız melek Kriton Curi parkında bir yukarı bir aşağı yürüyerek. Derken akşam oldu; evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine gitti. (Tam parantez açma yeri; nasıl bir tekerleme arkadaşım bu böyle, evsizleri sıçan deliğine yolluyorlar, görüyor musun bak, vicdansız bunlar!)
Allahtan evim var, evime geldim. Tahmin ettiğim üzere Ömer Bey 4314.sü çekilen James Bond filmlerinden 2000 küsuruncusunu izliyordu geldiğimde. Çok çalışıp, çok kafa yormaktan sürmenaj noktasına yaklaşan Bay Ömer, artık "Merhaba, nasılsın?" sorusunu bile algılayamaz bir noktaya gelince ruhunu sağaltmak üzere çareyi 007 kod adlı Ajanı takip etmekte buldu. Herkeşin popisi farklı ne de olsa.*
James Bond'un üstüne BirdMan'i seyredelim dedik. Film başlar başlamaz Inarritu Abi'ye geçmişte bazı mevzulardan gıcık kapmışlığım olduğu için başladım bıdı bıdı konuşmaya iç sesimle. Bıdıbıdıdan izlemiyordum aslında filmi ama bu, kendi kendime film ve yönetmenle ilgili bazı sonuçlara varmama engel değildi. Ama mesnetsiz sallıyordum ya içim de rahat değildi. Ürettiğim tezlere yandaş bulmalıydım ve bunun üzerine başbilirkişim Mehmet'i aradım. Mehmet yönetmenle ilgli tüm çıkarımlarımı desteklemedi. Ve hatta öyle bilmiş konuşuyordum ki filmi izlemeye yeni başladığımı söyleyince "E bitir bi bakalım önce" dedi. Allahtan "Tebrik ediyorum bravo" demedi. Bu, onun kızdığında söylediği dövemiyorum bari gülerek sinirimi bastırayım cümlesiydi zira.


Başbilirkişimin sözünü dinleyerek, "Geçmişte yaşananlar geçmişte kaldı, affettim seni Inarritu" diyerek filmi izledim. Ve sevdim! Edward zaten bildiğiniz gibi exmanitam, Emma Stone zaten isminden de anlaşılacağı gibi tam bir taş, Naomi desen yaşlansa da, kim yaşlanmıyor ki?, 10 numara. 
Arkadaşlar bırbır konuştuğumun farkındayım. Herşey geçen gün sözü kesilen bir arkadaşımın, adı Merve, fotoğrafının altına Mebruke adında bir hanımteyzenin yorum yazmasıyla başladı. Bu isim beni derinden etkiledi. Ruhumda bir yer edindi.
Benim Adım Mebruke isimli romanı yazmaya bu sayede başladım...

(*)Çok sevdiğim bir video: