Wednesday, January 28, 2015

Sosyal Medya Gezegeninde Yolunu Şaşırıp Kaybolmak

75 milyonun okuduğu Ezguita on The Blog 74. yazısına erişti. 74 sayısının ezguita için bir anlamı var. Bana ne ben söylemem. Bilenler de sussun. Hişşşttttttttt!
Sosyal medya gezegeninde zaman dünyada olduğundan daha hızlı geçiyor. Ve çok daha ilüzyonlu. Tüm görsel materyaller filtrelerden geçirilerek üretildiği için herkes, herşey güzel. Oysa yakından bakınca düpedüz bıyıkları çıkmış günde 8 kez selfie fotoğrafı çeken o sekreter kızın.
Ama istisnalar var evet; maganda geleneğini devam ettiren bazı genç adamların hiç filtre kullanmadıklarını arka plandaki istikbal perde ve halıdan ya da sizin hayatınızdan çok önceleri çıktığından görünce inanamadığınız çek yat ambiyansından anlayabilirsiniz. Filtresiz, dosdoğru, olduğu gibidir feysbuk fotoğrafında abazanlar diyarından Celil Bey. Karşı cinsle yakınlaşma derdindedir ama en azından mış gibi yapmamaktadır.
Gurme blogları, foursquare, yelp, zomato, mekanist vs. gez, gör, yorumla siteleri, mobil uygulamaları, instagram, facebook fenomenleri arasında kaybolmuş durumdayım. Kafam karışık; misal nerden olmuş nasıl olmuş, siz durma eylemi içindeyken o 150bin takipçisiyle trendsetter olmuş, oysa ki lisede sizdiniz hem zeki, hem güzel hem de popüler olan. Kafam karışık inan. 
Sosyal medya gezegeninde ordan oraya sürüklenirken bakınız hangi film, hangi sahne geldi aklıma:

http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/1476/arabesk-allah-039im-kor-et-beni *

İşte filmdeki Şener Şen gibi dolanıyorum siteden ayfona ve kendi yazdığım sosyal medyaya giriş duasını okuyorum:

Niyet ettim mış gibi yapmaya.
Misal mutluymuş gibi.
Herşey zaten güzelmiş gibi.
Popüler gibi.
falan filan.

Gülümserken selfie'mi çekiyorum. Ama birkaç saat önce ambulansla gidiyordum hastaneye misal.
Mutsuzlara yer yok.
Hastalara yer yok.**

Dua işe yarıyor. Ve bir süredir planladığım Garage Sale etkinliği için başlat düdüğünü öttürüyorum.

https://www.facebook.com/events/381535682008471/

https://www.facebook.com/fashionutz

Bu etkinliği düzenlerken Ghost World*** filminden ilham aldım. Ve bu filmin görsellerini kullandım. Ve benden duymuş olmayın Steve Buscemi de plaklarını satmak üzere etkinliğe katılacağını bildirdi. Artık siz düşünün gerisini.

(*)1989 yapımı Ertem Eğilmez filmi. imdb puanı: 8.2

(**)2007 yapımı Coen Kardeşler filmi İhtiyarla Yer Yok'a gönderme.

(***)2001 yapımı Terry Zwigoff filmi



Thursday, January 15, 2015

Bak Ne Buldum!

Bendeniz The Queen Ezguita, Boğaziçi Matematik bölümünü bitirdiğimde NBC'nin ya da Yüksel Aksu'nun yamacında film çekeceğimi, sanat yöneteceğimi vesaire düşünmekteydim. Misal "Bankaya iş başvurusu yap" dediklerinde "Banka mı? Öggggkkk" diye yanıt vermekteydim. Mezun olana kadar değilmiş hayalperestliğim. Okulu elime yüzüme bulaştırmadan bitirmiştim. Ama ayaklarımın yere basması için mezuniyetin üstünden 1 yıl daha geçmesi gerekliymiş. Banka deyince kusma efekti veren ben pedagojik formasyon almak olsun, özel ders vermek, Birleşik Krallık konsolosluğunda memuriyet olsun bir ton iş yaptıktan sonra "Profesyonel İş Hayatım"a İktisat Bankası'nda MT olarak başladım. Ve çeşitli bankalarda geçirdiğim günlerin çoğunda "Allahım sen soktun, sen çıkar" sözleriyle işe gittim, geldim. Bu 8-9 yıllık bankacılık kariyerimde bana kalan en değerli şey birkaç dost oldu; en başta Elif ve Mehmet.
İktisat Bankası'nın sahibi Erol Aksoy'un dikta rejimine Elif'le bir olup, dünyayı gezerek ve dümeni mizaha çevirerek pasif direniş göstermiştik. Inranetin ilk çıktığı yıllarda can sıkıntısı ve mide bulantısıyla doğru orantılı olarak artan bir umursamazlıkla birbirimize mailler atıyorduk Elifotto'yla. Bazen kendi başımıza, bazen birlikte yazdığımız öyküler oluyordu bu maillerde.
İşte aşağıdaki absürd hikayeyi eski dosyaları deşerken buldum. Hayalperestlik çoktan boyumuzu geçmiş, kafalar kendilikliğinden güzel iken, birbirimizin beşiğini tıngır mıngır sallarken... dökülmüş aşağıdaki sözcükler klavyeye dokunan ellerimden...

"Manzi kardeşlerin en büyüğü olan Dario, sahibi olduğu Underi Veare di Manzi adlı iç çamaşır markasının genel merkezine geldiğinde saatler gece yarısı 2’yi gösteriyordu. Böylesine geç olmasına karşın bina bir hayli kalabalıktı ve insanlar telaş içerisinde ordan oraya koşuşturuyorlardı. Dario, çok yorgun görünüyordu. Gözlerinin altı torba torbaydı ve yürürken sendeliyordu. Bütün bu telaş, ertesi gün Milan moda haftasında gerçekleşecek olan defile yüzündendi. Manzi İç Çamaşırları defileye her biri Dario ve ortanca kardeş Angelica’nın özgün tasarımı olan elli üç parçayla katılıyordu. Alpaka, kapitone, jarse ve pelüş kumaşlardan oluşan koleksiyondaki çamaşırlar rahat kullanımdan ziyade kadının baştan çıkarıcılığını artırmayı hedefliyordu. Manzi kardeşlerin sloganı "Arzunun Şu Işıldayan Nesnesi”ydi. Ve gecenin o kör vaktinde Milan’ın orta yerinde dev Angeles di Manzi binasında kimler kimler ışıldamıyordu ki? Ortalık sürüsüne bereket süper model doluydu. Gisele, Maria Bizet, Ana Claudia Michel, Ivana Celic vs… Bana gelince, ben yani Vogue Genel Yayın Yönetmeni Silvia Tintotti o saatte, sabahın köründen gecenin bilmem kaçına kadar ayakta dikilmekten bitap düşmüş, bir gram takatim kalmamış olduğu halde hala fotoğraf editörüm Elif Moretti’ye soluk soluğa laf anlatmaya çalışıyordum. Elif, adı size yabancı gelecektir, çok zeki bir kızdı ama kafası o günlerde pek bir dalgın olduğu için çekimlerde sürekli hata yapıyordu, misal pozometre ayarını yanlış yaptığı için tam 3200 Euroluk ampulü patlatıvermişti o gün. Bereket sigortalıydı ampül. Laf Elif’ten açılmışken size biraz ondan bahsedeyim. Elif Moretti, soyadı size yabancı gelmeyecektir, Nanni Moretti’nin kızı. Anne Neriman Aran adında Türkiyeli bir gıda mühendisliği profesörü. Ve hatta geçtiğimiz günlerde Roma’da gerçekleşen Birleşmiş Milletler Gıda Konferansı’nda oturum başkanlığı yaptı. Nanni Moretti, Aran’la 6. İstanbul Film Festivali için İstanbul’a gittiğinde tanışmış, birkaç yıl uzaktan sürdürmüşler ilişkilerini, bi o gitmiş, bi bu gelmiş. Derken baktılar olmuyor evlenip Roma’ya yerleşmişler. Elif de burda doğmuş. Sonra boşanmış anne baba. Anne İstanbul’a geri dönmüş. Yaşanan tatsız olaylara bizzat şahit olan ve İtalya-Türkiye arasında mekik dokuyan Elif de bunalıma düşmüş. Ege’de küçük bir adada, adı şimdi hatırımda deil, uyuşturucu tedavisi görmüş. Psikiyatristler sürekli o ülkeden bu ülkeye sürüklenmiş bu kıza aynı mekanda beş dakikadan fazla duramamak anlamına gelen samiplacefobia teşhisi koymuşlar. Uzun bir klinik tedavisi ve terapi sürecinin ardından Amerika’ya gitmiş fotoğraf okumaya. Amerika’da iki kız arkadaşıyla birlikte route 66’yı geçmişler doğudan batıya, Meksika’ya, ordan da Güney Amerika’ya inmişler. Orda da duramamış yerinde anlayacağınız Elif. Sonra tekrar İtalya… İki yıldır da birlikte çalışıyoruz. Nanni yakın arkadaşım olduğu için onu işe almış deilim. Bu kız hakkatten yetenekli. Ama dalgın bugünlerde. Sebebine gelince…"

Arkası yarın demek isterdim. Ama bu aralar söz vermesem daha iyi. Söz vermiyorum iyisi mi?

Friday, January 9, 2015

Ve Recep Ve Zehra Ve Ayşe*

Görüşmeyeli tam 7 yıl 5 ay 1 hafta 6 gün oldu. Vay anasını sayın seyirciler, daha dün gibi hatırımda bir karın ağrısı olarak Ezguita başlıklı yazım. O günlerde öyle sıkıntılar yaşadım ki yalnızım dostlar modunda inşaatları gezdim, dolmuş şöförleriyle ahbaplık ettim, sesim kalınlaştı, sakal bıyık olayına girdim. Derken midemi de hafiften törpülemişim. Bunun üzerine kaçınılmaz olarak bünyeye narkoz verildi bir kez daha. Bendeniz Ezguita kişisi boogie dans yaparken mışıl mışıl uyutuldum ve mide bölgesinden endoskopik tetkiklere tabi tutuldum. Böylece her yıl alkol ve benzeri ürünleri almam mevzu bahis dahi olmadığından ruhumu ve beynimi narkoz alarak kısa bir süreliğine sünger bob ya da patrick seviyesine indirme geleneğini bozmamış olduk. 
Uyandığımda dünyadaki tüm sınırların ve bayrakların kaldırıldığını öğrendim. RTE'yi sordum; kundalini yoga hocası olmuş, Norveç'te bir nöroloji kliniğinde gönüllü olarak çalışıyormuş. 
Emir tatlı cadıdan özel ders almış ve bir burun oynatma hareketiyle garp ile şarkın yerlerini değiştirmiş. Binlerce yıldır birbirini anlamayan, anlamamak için adeta mesai harcayan insanlar bir anda kendilerini karşı olduklarının evlerinde bulmuş, tabaklarında yemeklerini yemiş, çarşaflarında uyumuşlar. Hoşgörü hava gibi görünmeden insanlarca solunmuş, ciğerlerine dolmuş. Farklılıklar katli vacip olarak değil zenginlik olarak görülmüş...
Ne çok şey değişmiş; sanki 100 yıl uyumuşum.
...
İşte 2015'e böyle bir fantaziyle girdim, blogum 1 yaşına, Güneyto 3 yaşına girerken.
...
2015'in bu ilk yazısını bir arkadaşa, bir tavıra ayar vererek bitirmek istiyorum.
Mevzu daha önce de değindiğim arıza bir tutum. Türkiye'de yaşayanlara mal ediyordum bu sorunlu davranışı ama sanırım evrensel bir duruş. "Ezguita senin de işin gücün yok, iyice incik cincikle uğraşıyorsun, mikroskopik mevzulara takıldın." diyenler olabilir. Unutmamak gerekir ki şeytan ayrıntıda gizlidir. Şöyle ki feyste geçen gün statü güncelledim: "Arkadaşımm şu candy crash saga vs zımbırtılarını fütürsüzce atıp durma dedimdi sana. Ama bakıyorum umrunda deil..." 
Bunun üzerine feysbuk feysbuk olalı, bu zatı muhterem arkadaş listeme düştü düşeli benimle bir kez bile like, comment, mesaj paylaşmamasına rağmen, Candy Crash ile sessizliği bozdu: "Candy crashsız hayat düşünemiyorum. Müptelasıyım ama... Sana hiç atmadım ama atanların arkasındayım." diye yorum yazdı.

Hayatımdaki onca olup bitene bir pinçik tepki verilmez, "başarı" ya da "olumlu bir gelişme" takdir edilmezken bir mobil telefon aplikasyonu hepsini solladı. Kollar sıvandı. Sözcükler sıralandı. Arkadaşın başı göğü arşınladı. 

Tebrik ediyorum bravo!

(*)Yusuf Kurçenli'nin yönettiği 1983 yapımı film.



Tuesday, December 30, 2014

Bir Karın Ağrısı olarak Ezguita

Rahat olun ben deilim fotograftaki:)
Az evvel tam koordinatları bildiriyorum ki trafik polisleri arabanın camını tıklattılar ve sürücüyü çağırmamı istediler. Karaköy'de birincisinin düzenlendiği Kahve Festivali binasının önünde park halindeki arabamızda keyif çatar simülasyonu yapıyordum. Herşeyi üstüme alma konusunda 2014 Balkan ve Akdeniz Olimpiyatları şampiyonu olduğum için keyif çatmamdan mütevellit geldiklerini düşündüm polis abilerin, tüh dedim keşke burada oturup dikkat çekeceğime 2 günde 134 kez giderek müptelası olduğum karınca kafe'de geçirseydim vaktimi. Oysa tam da zıttıymış, benim orada olmam arabanın çekilmesini önlemiş. Zarar verdim diye düşünürken bilakis külfetten kurtarmışım Mr. Smith'i.
...
Yukarıdaki paragrafı 28 Aralık Pazar günü başladım yazmaya, bugün tamamladım. Bugün ayın 30'u. Yarın yılbaşı. Bulutlar da standart görüntüyü bozmadı, kar yağıyor dışarıda. Bense bir süredir Göksel'in "Bi seni konuşur, hep seni konuşurum" şarkısını hayata geçirmekteydim. Çok şükür kalmadı konuşacak bir şey. 
Yeri gelmişken kendimle ilgili bir saptama, çıkarsama yapmak istiyorum saygıdeğer jüri; ben naif olmayı, naif yaşamayı bilinçli olarak seçtim, saflıktan, şaşkalozluktan değil. Yoksa ben de bilirim karın ağrısı olmayı. 
İç dökme seansını burada kesiyor, kahve festivalinden bir anektodla 2014'ün belki de bu son yazısını bitirmek istiyorum.
Festival kalabalığında oturacak bir nokta bulmak için dolanırken 1 metre ötemde duran uzun boylu bir adama ansızın, adeta otomatik olarak yapılan bir refleks gibi "Siz Kutluğ Ataman mısınız?" diye sordum. Karşı taraf son derece kibirli ve üstten bir üslupla "Sizi duyamıyorum" dedi. Artık o olmadığından emindim ama yine de arkamı dönüp gidemedim ve aynı soruyu tekrar ettim bir çıt daha yükselterek sesimi. Beklediğim yanıt bir çıt daha kendini beğenmiş telaffuz edildi: Hayır!
Aradan bir müddet geçti; stantımızda kısa zamanda pazarlama uzmanına bağlayan Ted Mosby bana "Az evvel Erdil Yaşaroğlu burdaydı" dedi.
Evet snobistan kralı Erdil Kibirbudalası'ydı tam zıttı bir insan olan, boş bulunup Kutluğ Ataman sandığım adam...
Sonra aklıma şu anım geldi; yıllar yıllar evvel Harbiye Açık Hava'da konsere girmek için beklerken yanımdan Şener Şen geçti. Çok sevdiğim için kendisini heyecanlanıp "Aaaa Müjdat Gezen" diye bağırdım. Yüzüme baktı ve gülümsedi. Olgunluk, olmuşluk başka bir şey kendini beğenmişlik kumkumaları.
...
Seneye görüşmek üzere sevimli caretta carettalar.

Monday, December 22, 2014

Bana Bunu Yaparsın Ha?

How I Met Your Mother
Ayyy sorma evladım; öyle yazıyom olmuyo, böyle yazıyom olmuyo. Günlerdir her yazdığım draft (taslak) olarak kalıyor. 
Bir koyvermişlik içindeyim ki sorma ne haldeyim. Sorma kederdeyim. Sorma yangınlardayım zaman zaman... Halk arasında saldım çayıra durumları olarak da tabir edilir.
Yalnız Özlem var ya sana hafiften gıcık oldum; "Müsait bir zamanında arar mısın? dedim, "Ok" dedin. Ama aramadın. Birleşmiş Milletler Sözcüsü müsün, genel müdürü mü oldun yoksa şirketin? Nedir kızım? Çok mu meşgulsün fotojenik insan?
İşte bu noktada serbest çağrışım metoduyla ilerleyerek Türkiye hakkında bilmeniz gereken 10 mahvedici gerçekten birini sizlerle paylaşmak istiyorum; Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeysen ve şöför koltuğunda oturuyorsan Barak Obama'sın sanki; kaybedecek 1 saniyen yok. (Hatta Barak Obama bile o kadar meşgul değildir, inan) Öndeki araba yeşil yanmasına rağmen 2 saniye geç mi hareket etti, hemmeenn kornaya bas. Çünkü sen OECD başkanısın ve tam 8'i 32 dakika 23 saniye geçe çok önemli bir kararı yönetim kurulu üyelerine açıklayacaksın. 24 geçeye kalırsan dünya yokolacak. Zannedersin ki toplumun %92'si holding sahibi...
Türkiyem regl olmak üzere olan kadın gibi gergin her daim. 
...
Sevgili eşim Ömer Kavur'un tükkanında Ted Mosby'nin Kozyatağı şubesi çalışmaya başladı. Ve uyuz bir tip olduğu için bana Ezgi Abla diye hitap ediyor. Hadi o uyuz, diğer arkadaşlarına ne demeli? Serkan olsun, Can olsun "Ezgi Aplam aşağı, Ezgi aplam yukarı". Hay Allam ya. Bu sevimsiz mevzu bir yana Ted Mosby iyi ki Nutz ailesine katıldı. Her cumartesi ve pazar sabahı gece hayatından ve uykusuzluktan başını ve gövdesini doğrultamaz bir halde gelerek, bir gece önce iyi aile terbiyesi almasından kelli kaçırdığı fırsatları başı ağrıdan çatlar iken süper tatlı anlatıyor ve biz de yaşımız bir hayli ilerlediği için hafiften kıskanarak dinliyoruz. Gençlik yıllarımızı hatırlıyor, birkaç dakika da olsa o enerjiyi hissediyoruz...
Hayatımız sitcom, baştan ayağa, düpedüz, %100, değilse namerdim.
...
İletişim başlıklı eğitimde nedense sadece ben çok ama çok eğleniyorum. Hocaların 2si de acayip teatral ve komik. Ve adeta beni anlatıyorlar. Eksiği yok, fazlası var. Dersin sonunda kohkidikohkoh gülmeme rağmen öyle doluyor, öyle şişiyorum ki tüm zamanların en nevrotik şarkılarından biri olan 1989 Örovizyon yarışması Türkiye temsilcisi Bana Bana şarkısını en tiz sesimle söyleyerek tükkana gitmek ve Kavur Bey'e kill bill hareketi çekmek istiyorum!

Bana bana, bana bana
Bana bunu, bana bunu, bana bana
Bana bana, bana bana
Bana bunu, bana bunu, bana bana
Yapamazsın ayayayay
Yapamazsın ayayay
Ya bir gün giderse
Yine seni yine seni üzerse
Ya bir gün giderse
Yine seni yine seni üzerse

http://www.youtube.com/watch?v=Vn5mQWCpMxA
...
Bir de kadınlar "Bana bana" derken, ikinci ses olarak erkekler de "Olur mu? olur mu?" diye soruyorlardı, sinir krizinin eşiğine çömdüm, kalkıcam.
Allah söz yazarının taksiratını affetsin.
...
Bir de ne dicem; 25-28 Aralık tarihlerinde CoffeeNutz ekibi olarak Kahve Festivalindeyiz. Karaköy'de Galata Rum Okulu'nda.

Thursday, December 11, 2014

Atom Heart Mother çalıyordu ben bu yazıyı yazarken

"Bir şeyin miktarı ne kadar artarsa etkisi o kadar azalır." sözüyle başlıyorum Aralık ayındaki bu ilk yazıya. 10'u olmuş ayın, ancak yazabiliyorum. Çünkü ben çok meşgul bir insanım, toplantıdan spora, konserden bara koşturmaktayım. Ve de farketmişsinizdir gerçi, çok az konuşurum. Doğuştan zanakslıyım adeta. Böylesine eşsiz, benzersiz bir cool'luk bendeki. Ve hatta zanaks familyasının ürünlerini benim beyin hücrelerimi, hipofiz bezimi, hormon seviyelerimi kopyalayarak yaptı ilaç firmaları. E daha ben size ne diyim? Bu, bir.
...
Bugün çok çok eskilerden bir şey hatırladım; küçükkene, ortaokul birden itibaren hep ben sınıf başkanı seçilmiştim. Her seçim öncesi öğretmenin 'Kim sınıf başkanı olmak ister?' sorusuna başkan olmaya son derece istekli ve kendinden emin 'Ben' diye yanıt vermiş, adaylığımı koymuştum kendimden emin... Gel zaman git zaman liderlik vasfım ve isteğim doğrusal olarak azaldı. Top peşinde canla başla koştum ama oyun kurucu hiç olmadım, olmak istemedim. Bu da böyle bir anım. Bu, iki.
...
Türkiye'nin çamaşır suyu, namı diğer klorak tüketiminde dünya birincisi olduğunu düşünüyorum. Sebebi elbette bu ülkede yaşayan kadınlardaki hijyen takıntısı. Ben de bu takıntıya taktım ve çubuğu tersine büküverdim. Misal Güneyto henüz emeklemeyi öğrenmişken, pek tabi kucakta durmak istememekteyken alışveriş merkezlerinde ve hatta hastanede oğlumu yere bıraktım. Köfteci şirinin 'Merhaba mikrop, ben Can Güney' dediğini gözlerinden okudum. Hemen akabinde hemcinslerim de bu davranışımdan dolayı bakışlarıyla canıma okudular. Bu, üç.
...
Ya geçen gün başıma gelene ne demeli? Kulaklıklarımı takmış, müzik dinleyerek, J'lo gibi dans ettiğimi hayal ederek, aklımdan geçenlere gülümseyerek evden optimuma doğru yürümekteydim. Üst geçitten geçer iken bir süredir kâh yamacımda kâh peşim sıra beni takip eden bir delikanlı yanıma geldi ve bana "Sen birşey mi aldın?" dedi. "Yok almadım" dedim. "Insanlar senin kafanın güzel olduğunu sanıyorlar" dedi. "Kim sanıyor?" dedim. "Yolda seni görenler" dedi. "Bana ne" dedim. "Bilmiyorum artık" dedi. Arkadaşım bi dakka bakar mısın? Bu ülkede gülen yüz, mutlu insan görmek istemiyorlar. Herkes gergin olsun, mutsuz olsun, ayarcı başı olsun. Kornoya bassın, yayanın üstüne üstüne sürsün... Etraflıca bu ülkede yaşanmaz abi moduna girmişim. Bu da dört.


Sunday, November 30, 2014

Türkiye'de Yaşamaya Çalışmak: Öğrenilmiş Çaresizlik

Koş Lola Koş (1998, Tom Tykwer)
Az önce yayımladığım yazım Aileden Sorunlu Sansür Kurulu tarafından Türk toplumunun ahlakına, gelenek ve göreneklerine uygun olmadığı sebebiyle blogumdan kaldırıldı. Tuvalet, külotlu çorap gibi ifadelerin hele de evli bir kadın ve hatta bir anne tarafından cümle içinde kullanılması hiç hoş değildi. Çizmeyi aşıyordum ama...
Bıktım, gerçekten bıktım. Bu dar görüşlülükten, herkesin yargıç olduğu memleketimin bu kötücül ve kıskanç ve erkeğe tapan zihniyetinden. "Hadi evinize, akşam oldu, ananız babanız yok mu sizin?" diye avaz avaz bağırmak istiyorum.
Rana hatırlar mısın yıllar yıllar evvel bana "Boyunduruk köpeğiyiz biz" başlıklı bir mail atmıştın. Martin Seligman isminde bir bilim insanının yaptığı deneyi anlatıyordu mail. Çok etkilemiştim. İşte bu deneyi bir başka blogtan aynen alıntılıyorum:
"Seligman, yirmi dört tane köpeği bir araya getiriyor ve köpekleri üçe bölüyor: Kaçış grubu, boyunduruk grubu ve kontrol grubu.
Köpeklerin hepsi aynı odadayken kaçış grubundaki köpeklerin ayaklarına elektrik şoku veriliyor. Odada bulunan bir butona basarak şoku kesmek mümkün. Köpekler butona basmazsa şok kendiliğinden 30 saniye içinde kesiliyor. Bu gruptaki köpekler, kısa sürede butona basmayı öğreniyor ve şokun süresini azaltıyor.
Boyunduruk grubundaki köpeklere de aynı şok uygulanıyor, ancak köpekler butona bassalar bile şok kesilmiyor. Bu köpekler de butona basmayı deniyor ama belli denemeden sonra vazgeçiyorlar.
Kontrol grubundaki köpeklere ise aynı odada olmalarına rağmen hiç şok verilmiyor.
Bu öğrenmeden sonra köpeklerin hepsi kısa bir çit ile iki bölüme ayrılmış bir alana götürülüyor. Köpeklerin hepsine elektrik şoku verilip, çitten karşıya atlamaları bekleniyor. Birinci kaçış ve üçüncü kontrol grubundaki bütün köpekler, karşıya atlıyor. Boyunduruk grubundaki 8 köpekten 6’sı hiçbir şekilde karşıya atlamıyor.
Deneyin sonucunda boyunduruk grubundaki köpeklerin ne yaparlarsa yapsınlar şoku kesemeyecekleri, yani çaresiz olduklarını öğrendikleri sonucuna varılıyor.
Daha sonra yapılan birçok araştırma insanlar için de durumun benzer olduğunu ortaya koymuş. Örneğin yetiştirme yurtlarındaki çocuklar, ortalama bir çocuğa göre çok daha az ağlıyorlar. Çocuklar, ağlamalarına bir reaksiyon alamadıkça ağlamaktan vazgeçiyorlar. Uslu oldukları için değil, ağlamalarının hiçbir değeri ve etkisi olmadığını düşündükleri için ağlamıyorlar. Ağlayan çocuklar, sanılanın aksine kendini çaresiz hissetmeyen, içinde bulundukları hoşlarına gitmeyen durumu değiştirmeye çalışan çocuklar.
Psikolojide insanların içinde bulunduğu bu duruma öğrenilmiş çaresizlik deniyor."

Oğlum Güneyto, bu toplum adamı hep dize getirmeye, kafaları, bedenleri bir örnek giydirmeye çalışır, boyunduruk köpekleri gibi olalım ister. Sen ne yap ne et kaçış grubuna dahil ol. Kaç. Kurtul. Run Güney Run. Koş Güney Koş.

Friday, November 21, 2014

Ofis Uzayında Kurulan İlişkiler ya da Bana ne Aman Ben Anlamam

Merhaba ben Kurumsal'dan Nazlı Su
Blogumun okunma sayıları giderek düşüyor. Yazılarımı biraz seyrek yazar oldum evet ama sebep bence bu değil. Birçoğunuzun bildiği gibi 8 yıl ruhumu çürüten bankacılık sektöründe debelenip akabinde 532'de çalışmaya başladım. 532 o kadar farklıydı ki "Anam böyle de bir şirket olabiliyormuş demek" modunda şaşkın, kırmızı yanak Heidi tadında naif bir haleti ruhiye içerisinde ve on milyonda bir görülen problemi görmezden gelerek çalıştım uzun süre. Heidi formatında olduğumdan çoğu insanı pek sevdim. Pek sevilesi olduklarından mı? Pek tabi ki hayır. Piyango bana çıkmıştı ya; sevilmeye, kabul görmeye ihtiyacım vardı, bi de pıt atmış, sevgi kelebeği modunda sevmeye.
2 ay oldu 532'den ayrılalı. Gerçekten sevdiğim ve güvendiğim bir iki kişi var. Onun dışında 0.3 gr. seviyesinde görüşüyorum tabi bir zamanlar içimi, dışımı bilen insanlarla. Bu yazıda soru-cevap metoduyla ilerliyoruz; hayal kırıklığı var mı? Tabi ki hayır. Merak ettiğim birkaç konu var sadece; uyuya kaldığın için kaçırdığın filmin sonunu merak etmek gibi. Whatever happened to baby Eva Longria?* Sahiden noldu kırmızı vespalı Eva Longria'ya? Birlikte karpuz kesiyorduk oysa.
Burada yazı yazdığım masadan kalkıyor ve sesimi çatlatıp böğürerek hunharca şu şarkıyı söylüyorum; "Yalan dünya herşey bomboş hancı sarhoş yolcu sarhoş" ve yetmiyor barın kapanmasına yakın şu şarkı geliyor:

http://www.youtube.com/watch?v=ar9PExMugJg

Yazının bitmesine yakın ise biz buraya nerden geldik diye soruyor ve tekrar başa dönüyoruz. 6 yıldır sosyalleştiğim çevreden ayrılınca okunma sayım düştü gibime geliyor. Başka sahalarda top sektirmeliyim.

Bu yazıda neyin bir kez daha altını çizdik? Neymiş? İş yerlerinde kurulan arkadaşlıklar balonmuş, şirketten ayrıldığın gün sönüyormuş. İstisnalar hariç.

(*)Whatever Happened to Baby Jane filmine gönderme.

Thursday, November 20, 2014

Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası*

"Yok be eski tadı tuzu yok buraların" demek üzereydim çok değil birkaç saat önce. Hatta düpedüz diyordum bile evvelsi gün, ondan bir gün önceki gün, geçen hafta... Oflaya puflaya, surat asık, boyun, bel, bikini bölgesi olan kasık 'kasık' vaziyette dolanmakla meşguldum. Ziyadesiyle sıkıştırılmış, "kurtarılmış bölge" tadında, Perihan Abla dizisi sıcaklığında yaşadığımı sanar, kah annemin, kah eşimin, kah tatlı su balığının beşiğini tıngır mıngır sallar iken domino taşlarından biri düşüverdi, ardı sıra ortalıkta ne var ne yok devrildi. İletişim olarak adlandırdığımız en be en önemli mevzuda core kadrodaki şahısların tümüyle tartışarak sınıfta kaldım. Vere vere ayarı, oldum mu sana ayarcıların başı.

Derken tüm zamanlarda en bombastik yöneticim olarak otobiyografime adını yazdıran Esra Gül Nilbaz imdadıma yetişti ve onun tavsiyesiyle bu akşam İletişimde Ustalık eğitimine başladım. Peki bilin bakalım, bazılarının İstanbul'un öteki ucundan 4 vesaitle geldiği eğitim salonu neredeydi? Bizim eve 3 dakikalık yürüme mesafesinde! Hatırlarsanız daha önceki derslerimizde hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığını söylemiştik.

Eğitimi çok beğendim; 10 numara 5 yıldız.
İletişim hususunda en azından kalfa olduğumu sanarken ben, 10 üzerinden 10 çırak çıkıverdim.

Tam bir loser.
Ama ölmek, dönmek yok.
Tez vakitte hedef gemisini denize indiriyorum.
Ve ilk işimi hallediyorum.
Nedir bu iş? diye soracak olursanız size nanik yapıyorum. Herşeyin bir zamanı, benim de dermanım var**. Elbette. Bazen çiçek açıp bazen solacağım. Elbette daldan dala konup sonra uçacağım...***

*!994 yapımı Michel Haneke filmi.
**Fikret Kızılok'un söylediği "Bir Harmanım Bu Akşam" şarkısına gönderme.
***Candan Erçetin'in Elbette adlı şarkısının sözlerinden bir bölüm.

Tuesday, November 11, 2014

Karabatak

Günlerdir kalbim pırpır. Haber bekliyorum, nasıl yazayım? İnsomnia Şirketler Topluluğu'ndaki sekreter kızla uzun uzadıya telefon sohbetleri yapar olduk; zırt pırt aradığımdan. Başta kısa tutuyorduk, derken laf lafı açtı ve sekreter kızımıza bir kısmet bile çıktı; bizim apartmanın alt katındaki nalburda çalışan yıkıcı yeşil gözleri, her daim gülen yüzü, tontis göbeğiyle tatlı mı tatlı genç adam; ismi varsayalım Ahmet olsun.

Yukarıdaki paragrafta anlatılanlardan kalbimin pır pır etmesi ve Ahmet betimlemesi %100 doğrudur. Nasip kısmet hikayesi dahil geri kalan külliyen yalandır, dünyada ölümden başkası da...

Doğrusu şu ki Barış Uygur ve Tuncay Akgün'den mail bekliyorum; insomnik sekreter hanımkızımız "Barış Bey mail adresinizi istedi, size mail atacak" dedi. Tuncay Bey de Bezgin Bekir çizdiği için bezdi mi ki? Mail atmaya haceti mi yok ki? Bu espriyi baba esprisi yapabildiğimi göstermek için yaptım.

Onu bunu bırakın da ben size işin aslını söyleyim; bu aralar pek iyi gitmiyor hayat. Çaktırmayayım diye susuyorum bir süredir. Ama dağılmıyor kara bulutlar. Sanki Haneke filmdeyim, hem de Isabelle Huppert'in ta kendisiyim. Yüzümü basan çiller gibi afaganlar basmış içimi. Sus sus nereye kadar. Hem herkesin suratı mı asık, yoksa bana mı öyle geliyor?

Sürekli şikayet etmek yerine şu sözleri zikretmek daha doğru, daha güzel olmaz mıydı?

BU EVDE...
YÜKSEK SESLE GÜLERİZ
HATALAR YAPARIZ
ÖZÜR DİLERİZ
SABIRLIYIZ
ARKADAŞLARIMIZA SAHİP ÇIKARIZ
AİLEYE DEĞER VERİRİZ
MİNNET DUYARIZ
PAYLAŞIRIZ
DERİNDEN SEVERİZ