Wednesday, April 9, 2014

Mr. Smith arayış içerisinde, bir şey yapmalı ama ne? İkinci Bölüm


Nerede kalmıştık? Mr. Smith ile Michel Gondry'nin üvey kuzenler olduğunu öğrendikten sonra rahatladım, kendimi koyverdim gitti... Ayarım olmadığı için fazla koyvermişim; zira tanıştıktan üç hafta sonra çıkmaya başlayıp ondan bir hafta sonrasında da annesi Şerefnur Hanım'la akşam yemekli ilk karşılaşmamızda Hollanda'da birtakım uyuşturucuların serbest olmasından ve eşcinselliğe nasıl baktığımdan söz ettim! Bu kadar açık görüşlülük ve sözlülük masada derin bir sessizlik ve midede hazımsızlık yarattı, çaresizce anne ve oğulun gözlerinin içine bakarak "Yanlış mı düşünüyorum?" diye birtakım sözcükler geveledim... Daha bir irtifa kaybettim...
Derken teknoloji firmasında 1 yıl boyunca mobbing yedikten sonra ona mobbing yapan yöneticinin de dahil olduğu bir grup insanla birlikte işten çıkarıldı Bay Smith. Bu vaka bana yaradı, tası tarağı toplayıp 1 km berideki benim eve taşındı! Ben söylesem zinhar yapmazdı. Sıracevizler'de geçirdiğimiz o muhteşem 9 ay boyunca Mr. Smith işsiz olmasına rağmen hep çok ama çok meşguldu. "Yarın köşedeki kuru temizlemeciden paltomu alır mısın?", "Alamam yarın çok işim var çok". 
Mr. Smith bu 9 ay boyunca nelerle uğraştı? Neden bu kadar meşguldü?
Bir ara müzikte kariyer yapmak istedi. İzmit'te bir pazar günü aile konseyi toplandı ve talep onaylandı. Ama müzik piyasası jingle jungle'dı.
Bir ara profesyonel manada organik tarım işine girmek için ilk adım olarak balkonda domates, biber yetiştirmeye çalıştı. Onunla eş zamanlı tohumları saksılara eken teyzem yaz boyu 23 kere mahsül toplamasına rağmen sanayi toplumu enstelasyonundan ibaret bienal manzaralı balkonumuz, boyum kadar uzayan dallarla amazona döndü, amma velakin bir adet domates ya da biber yemek bir kenara görmek bile nasip olmadı.
Bir ara felsefe doktorası yapmak istedi, ahir zamanlarda üniversiteden sınıf arkadaşım olan, şimdiyse aynı üniversitenin farklı bölümünde öğretim görevlisi ve su perileri familyasının bir başka üyesi Sevgili Yıldız'ın sinema ve felsefe master derslerine katıldı. Bir yanlış anlama ile doktora sınavını kaçırdı.
Bir ara para kullanmadan takas yöntemiyle yaşamaya çalıştı; gitar çalmayı öğretme, müzik ve film arşivini paylaşma vs. karşılığında bu arşivleri düzenleyecek ve albüm ya da film görsellerini ekleyecek bir kişi bile bulamadı! İnanılmaz di mi? Perdenin arkasına saklanıp "Meğerse burası benim evimmiş" diyen Fırat gibiydi sanki.
Uzun lafın kısası Mr. Smith daldan dala kondu; arada iphone aplikasyonu fikirleri gibi ufak çıkışları saymıyorum bile. Ve bendeniz Mrs. Smith tüm bu zaman zarfları, zarf tümleçleri, fikir süzgeçleri içinde Mr. Smith'in baş destekçisiydim, bazı bazı saçmaladığını düşünsem de.
Sevgili arkadaşlarım bu ziyaret amacını aştı farkındayım. Ama pat diye de konuya girilmiyo ki anacım. Hele bi de konuşma düşkünüysen. 
Sizlere sebze olsaydı patates olurdu Kenan Doğulu'nun Aklım Karıştı şarkısıyla bugünlük veda ederken yarın söz veriyorum mevzuya giricem hem de motosikletle.

Aklım buz gibi yanına koştu
Ellerim ellerine kaçtı
Bu ziyaret amacını aştı
Kaderim yolundan şaştı
Yüreğim bana karşı çıktı
Karışmam bu iş beni aştı
Olan oldu ateşini yaktı
Yine aklım çok karıştı


Monday, April 7, 2014

Mr. Smith'in Kahve Kavurma Laboratuvarı Birinci Bölüm

Kurumsal şirketlerde çalışanların %90ını işlerinden bir müddet sonra keyif almazlar. Hatam varsa 0850 00 000'ı arayın... Ya da bazı dönemler keyif almazlar diyelim. Bu durumlarda benim gibi konuşmacı tipler dırdır vırvır konuşur, şöyle kötü, böyle kötü, şu kadar mutsuzum, bu kadar bıkkınım, yorgunum diye önüne gelene ağlak ağlak dert yanarlar. Ve sonuna eklerler "Kaş'a gidip pansiyon işleteceğim... Zeytinyağı işine gireceğim... Seferihisar'da organik tarım yapacağım... vs." Susmacı tipler de içlerinden kendilerine söylerler sadece. Dışarı cool görünürler ama onlar da tepeden tırnağa mutsuzdurlar. Tamam %80ini diyelim. Ya da %30u mutsuz, %50si de mutsuz ama farkında değil! Vardır böyle rakamlara takık insanlar. Objektiflik ve gerçekliğin sadece istatistiki verilere dayalı olduğunu sanan.

Yaptığı işten mutsuz olup da radikal bir kararla sevdiği uğraşa yönelen ve hayallerini dişiyle tırnağıyla gerçeğe dönüştüren 2 kişi tanıdım ben. İlki xbankta beraber çalıştığım arkadaşım Fırat. Dediğim dedik, çaldığım düdük, inadım inat, doğrucu davut, hayatı 0 ve 1'lerle yaşayan bir bilgisayar mühendisiydi. Şaraba merakı vardı. Kendine istifa edip memleketi Elazığ'da şarap üretmek için bir tarih belirlemişti. İşler beklediği gibi gitmedi ve o belirlediği tarihten de önce kurumsal hayattan ve İstanbul'dan ayrılarak Elazığ'daki köyüne gitti. Bu hikayenin belgeselini çekmek istiyorum ben ya da kitabını yazmak. Bir yazıya sığmayacak kadar engelle karşılaşıp, yılmadan bin tane maceraya atılıp kötülük yandaşları Darth Vader ve askerlerini tek başına yenmeyi başardı, adını aldığı yüksek debili nehir gibi enerjisi hiç tükenmeyen Fırat. Şimdi eski bağlarda tadım şenliklerini düzenliyor, Yoda gücüyle yaptığı şaraplar da marketlerin raflarında dizili...( http://www.eskibaglar.com.tr/ )

İkinci tutku şampiyonu ise; ailemizin reisi, Brad Pitt İstanbul Şubesi, Chris Cornell Türkiye Temsilcisi Mr. Smith.
Mr. Smith'le tanıştığımda bir teknoloji firmasında 6 kişilik bir ekibi yönetiyordu. Şirketin şirin mutfağında ilk ettiğimiz şirin sohbet esnasında ekip olarak ne yaptıklarını sorduğumda "Çok şey ama aslında hiçbir şey yapıyoruz" demişti. "Aha bizim klüpten biri" demiştim ben de içimden. Samimiyetinden etkilenmiştim. Yine aynı günlerde bombastik bir vokal olduğunu öğrendim. Öyle böyle değildi hani. Tip Brad Pitt, ses Chris Cornell olunca "Hafiften uza kızım" dedim kendime. Bu adam olsa olsa otur-kaç götür-geç peşindedir. Ama çok geçmeden içinde bir Rüya Bilmecesi'nin Gael Garcia Bernal'ini taşıdığını gördüm. St Petersburg'ta yaşayan üvey halasının yeğeni Michel Gondry'di sanki.

Konuyu dağıtarak aşk hikayesine dönüştürdüğümün farkındayım. Ama Mr. Smith de benim tutkum. Üçüncü tutku şampiyonu da benim, dermişim.

Mr. Smith'in çeşitli mecralarda sek sek sekerek kahvede demir atması ve gözümün önünde yaptıklarını bir miktar mesafe koyarak izlerken ben, ortaya fantastik bir sonuç çıkarması bir adet blog yazısına sığmayacak. O nedenle  hikayeyi bölü bölüveriyorum. Bu, birinci dilimdi.

Arkası yarın...
Taş gibi yatalım.
Kuş gibi kalkalım.


Eskibağlar





Friday, April 4, 2014

İstanbul Film Festivali Başlarken...


Sevgili kuzucuklar bugün sizlere İzmir'den üniversite okumak için 17 yaşında İstanbul'a gelene kadar beni etkileyen; etkilenmekten kastım anlayıp beğenmek değil illa ki, korkmak, şaşırmak, apışıp kalmak vs gibi tepkiler verdiğim ve geçen onca yıla rağmen hala hatırımda olan filmlerden sözedeceğim.
Başlıyorummm, başladım!

12 Eylül darbe yıllarında Türkiye'de yasaklıydı Yılmaz Güney... İzmir'de kardeş ülke cive cive cive Yunanistan'ın EPT 1 ve EPT 2 kanalları şakır şakır çekiyordu. Kendi ülkesinde yasaklı yönetmenin filmlerinin seçkisi EPT 2 kanalında birkaç ay boyunca her salı gösterilmişti; hem de dublaj olmadan, orjinal Türkçe sesiyle. İşte Umut'u öyle izlemiştim. Renklerin bile yasaklı olduğu yıllardı. Tv programları değil sadece yaşadığımız ev ve hatta hayallerim bu film gibi siyah beyazdı. Faytoncu Cabbar ailesinin başına o kadar kötü şeyler geliyordu ki filmde, belki de annemle babamın beni uyumaya göndermesi gerekliydi o gece. Hala tepenin birinde tek başına duran bir agaç görsem bu filmi hatırlarım.

Fahrettin Altay civarında As diye bir sinema vardı o yıllar; politik ya da "sanatsal" filmlerin gösterildiği. Ne zaman o sinemaya gitsek salonda biz ve Sabriye Teyzeler olurduk. Bizden başka da bir iki kişi belki... İşte Federico Fellini'nin Amarcord'unu bu sinemada izledim. Ben yaşlarındaki filmin kahramanı erkek çocuğun şişkopatates kadının devasa memelerine yumulduğu sahne bende "travma" yarattı. Sustum, sustum, aklıma geldikçe o sahne yüzüm kızardı, ateşim çıktı. Ancak birkaç gün sonra sokakta lastik atladığımız kızlara anlatabildim, eğilip kulaklarına fısıldayarak. Oh be rahatladım; çocukla kadının öyle şeyler yapması benim suçum değildi! Annemle babam beni o filme de götürmemeliydiler belki de.

Sonra Çınar sinemasında İzmir'deki çocukların neredeyse tümü hep birlikte "aaa... ooo..." çığlıkları atarak izlediğimiz Steven Spilberg'ün E.T.'si. Film sadece beni değil babamı da büyülemişti. Gözlerim büyümüş büyümüş koskocaman olmuş, beyazperdeye yapışmıştı... Rengarenk hayaller kurmuştum aylar boyu. Adımın soyadımın baş harflerinin de E.T. olması... Yoksa yoksa...

Ve sonra bluğ çağına girdim. Bu kez Top Gun'ı izliyordum yine Çınar sinemasında yine babamla. Bu kez ben götürmemeliydim bu filme belki de horlayarak uyuyakalan babamı. Ve filmi izleyen her genç kızdan beklendiği üzere ben de Tom Cruise'a aşık oldum, yüzlerce hayaller kurdum! Ne de olsa hayal kurması bedava. Salla sallayabildiğin kadar... Hemen akabinde Blue Jean dergisi çıkmaya başladı ve odamın duvarlarını posterler kapladı; Matt Dillon, River Phoenix, Rob Lowe... Yıllar geçti ama poster merakım geçmedi. Oğlumu salonun baş köşesindeki Jimi Hendrix'e baka baka doğurdum onun gibi koca burunlu olmasından korkarak...

Derken liseye başladım; liseyle beraber full time asiliğe de. 5 kızdan mürekkep grubumuzla adını hatırlayamadığım, Güzelyalı taraflarındaki bir sinemada izledik Çingeneler Zamanı'nı. Yok yok bu yedinci sanat büyülüyordu insanı.

İşte üniversitenin ilk senesi, aylardan mart ve günlerden pazar, bardaktan boşalırcasına yağan yağmura aldırmadan Emek sinemasının yolunu tuttuğumda paltomun cebimde bu filmler vardı. Sinemanın önü hınca hınç kalabalıktı. Biletler çoktan tükenmişti ama kapının kenarında bekliyordum öylece kalabalıkta. Derken en güzel sinemanın melek yüzlü çalışanlarından bir tanesi, yaşlıca bir amca filmin başlamasına birkaç dakika kala bana "üst kata, balkona çık, boş bulduğun yere otur ve yerinden kalkma" dedi usulca. Bu kapalı gişe film Pier Paolo Passolini imzalı Teorema'ydı. Aklım başımdan çıktı gitti. Film paltomun cebine girdi. O gün o eşsiz filmi, o eşsiz sinemaya getiren İstanbul Film Festivali de dünyama...